15.05.2018

1970’lere Damga Vuran 5 Antikahraman

1970'lere Damga Vuran Antikahramanlar

Öykü anlatısının soy ağacına baktığımızda oldukça eski kuşaklara kadar sürdüğünü görürüz. Ancak öykü anlatmak, öyküyü oluşturmak ve kısaca öykünün ritmini belirlemek söz konusu olduğunda çok çok geriye gitmeye gerek yoktur. Nitekim Aristo'nun kurduğu öykü diyalektiği her daim başucumuzda tutacak kadar yeni, eskilerde aranmayacak kadar güncelliğini korumaktadır. Yapısal olarak formüle edildiğinde bir öyküyü oluşturan başlıca temel faktörler: Protagonist (ana karakter), Antagonist (ana karakterin engeli), Tritagonist (üçüncü oyuncu), olay ve mekandan ibarettir.

Öykünün dramatik yapısı ise bir piramit şeklinde gelişir: Önce yükselen ve doruk noktayı yaşayan ardından sonuca varan. Öykü anlatma pratiğinin ele alındığı ve uyarlandığı pek çok alanda bu yapı formülü inşa edilir. Ancak Aristo'nun geliştirdiği yapı döngüsü bazen ters-yüz edilerek, örneğin bir antagonist ya da anti-hero ana karakter olabilmektedir. Resmedilen gerçeklik ise anti-hero (antikahraman) genel olarak karışıklığa sebep olan, kötücül bir varlıkken; hero ya da protagonist iyiliğe hizmet eden varlık olarak nitelendirilmektedir. Biz ise bu listede öykülerini beyaz perdede izlediğimiz "antikahraman"ları hatırlıyoruz.

İlk listede geri sayım 1970'lerin beş antikahramanı. Onların sizi kandırmasına izin vermeyin!

Kaynak: tasteofcinema

5 - Redmond Barry – Barry Lyndon (1975)

William Makepeace Thackeray tarafından 1844'de yazılan pikaresk roman, 1975'te Stanley Kubrick tarafından beyazperdeye uyarlanır. Genç bir İrlandalı haydut olan ve sonrasında sosyal statüsü değişen Redmond Barry'yi canlandıran ise Ryan O’Neal olur. En iyi kostüm, sanat yönetimi ve en önemlisi görüntü yönetimi gibi pek çok dalda ödül alan filmin, mumlarla yapılan doğal aydınlatmalı planlarını unutmak ne mümkün!

Öyküsel olarak yükselen ve düşen bir eğriye sahip filmde Barry, zaman içinde sahip oldukları üzerinden kaybettikleriyle yaşadığı çatışma üzerine kurulu bir evrene sahiptir. Ama bu hikâyede o, sahip olduklarıyla ne cesur, ne de asildir. Zengin karısının ismini aldıktan sonra değişen hayatı içinde sadece ideal bir eş olmak durumundadır. Filmin son sahnesinde Kubrick tarafından gerilimi artırmak üzere ustaca sahnelenmiş sahnede anlarız ki Barry hala bir şeyleri doğru yapmanın çatışması içindedir. Barry, iyi olanı karmaşa içinde elde etmeye çalışan kusurlu ama bir o kadar da anlayışsız bir anti-hero olarak karşımıza çıkar. Yönetmenin final notunda bıraktığı yanılgı ise bizi karakterin nerede durduğundan ziyade bu sosyal çıkmaz çalkantıda nerede durduğuyla ilgilidir.

4 - Sonny Wortzik – Dog Day Afternoon (1975)

Al Pacino'nun takdiri hak eden performans sergilediği "Dog Day Afternoon", tuhaf ama gerçek bir öyküye dayanan ve tek bir gerçeğe sırtını yaslayan tarafıyla öne çıkan bir film. Bu Sidney Lumet filminde oldukça ağır bir doğaçlamayla baş başa kalan filmin yıldızları Pacino and John Cazale, amatör bir çift banka soyguncusu olarak karşımıza çıkar. Yapılan planlar hızla tersine gider ve gerçek soygun bir anda medyanın sirki haline gelir: "Ama her şey gerçek".

"Attica! Attica!" ile anımsadığımız sahnede, belki de o sahne için en unutulmaz olan Pacino performansı olur. Sonny'nin çaresizlik üzerine bilinçli bir şekilde yattığı sahnede soygun mantığını ve hırsızlığı öteleyen bu tavır öyküyü oldukça ilginç kılar. Zaman kapsülü gibi duran filmde "Yetmişler New York", Al Pacino'nun yeteneğini sınayabileceği bir vitrin gibi.

3 - Harry Callahan – Dirty Harry (1971)

Kanun dışı oynayanlar ve şüpheliler için Clint Eastwood bir kariyer yaptı; ama Müfettiş Callahan ya da bilinen ismiyle Kirli Harry, muhtemelen en iyi hatırlananlardan biri. Dirty Harry serisinin ilk filmi 1971'de Don Siegel filmi ile görülür. 44'lük Magnum ve sert mizacına kattığı bir dizi söz ile karakteri, bir dönemin simgelerinden biri haline geldi.

Beş filmden oluşan serinin ilk filminde Harry, kendisini "akrep" olarak tanıtan meşhur Zodiac isimli seri katille yüzleşir. Eastwood, hem soğuk, hem de nasıl yol alacağı ön görülemeyen bir karakter ama mükemmel kararlılıkta bir karakter profili çizer. Straw Dogs ve A Clockwork Orange ile aynı yıl vizyona giren Dirty Harry ile birlikte sinemada şiddetin kabul edilebilirliği üzerine yeni bir dönem başlar. Şüphesiz Clint Eastwood ise bu kabul edilebilirliği taşıyan ve durumu pozitife edenlerden biri olur.

2 - Alex DeLarge – A Clockwork Orange (1971)

Eğer "anti-hero"nun nasıl bir karışım olduğunu tanımlamak gerekirse, Stanley Kubrick'in 1971'deki güç gösterisinde henüz cani bir katil olmayan ancak sonrasında korkunç kelimesinin oldukça hafif kaldığı mütevazı anlatıcı Alex'den daha iyi bir örnek bulmak zor.

Anthony Burgess'in distopik romanından sinemaya uyarlanan "A Clockwork Orange", iyi ve kötü gibi kavramların üzerine yoğunlaşan bir meditasyon gibi. Ancak bugün için hala tartışmalı olan şey ise toplumsal koruma ile özgür irade eşiğinin nasıl dengeleneceği sorunsalı.

Anormal ve kontrolsüz gençliğin hikayesini kim anlatıyor; sonrasında hapishanede nefret terapisinin deneysel yeni bir formunu izlemek ve topluma karşı şiddet uyguladığında başına gelenler. Bu dünya için oldukça boyutlu olan Alex'e hayat veren  Malcolm McDowell için kariyerinde bir dönüm noktası olan bir karakter. Bir çetenin ekseninde hareket eden Alex ve çetesi ile gece karşılaşan her kim olursa olsun bedeline katlanmak zorunda: Taciz, hırsızlık, saldırı ve pişmanlığını hiç duymadıkları daha niceleri.

Ancak şaşırtıcı bir şekilde Alex, beyinsiz bir cani değil. İstihbaratla hareket eden, zaman zaman Burgess'in  “Nadsat" adını verdiği kurmaca bir dilde argoya başvuran ya da şiir okuyan bir karakter. Hatta klasik müziğe saygı duruşunda bulunur; özellikle Beethoven'a. Ayrıca kitap karakteri oldukça yumuşatırken, filmde karakter okuması kitaba oranla daha sert ve keskindir. Kubrick ise oğlunu hayatta tutmak için konumlanmış bir baba gibi. Örneğin; klasik müziğin uyandırıcı bir etken olarak kullanılması.

1 - Travis Bickle – Taxi Driver (1976)

Yetmişlerin New York'unda unutulmaz karakterlerden biri, Martin Scorsese'nin en karanlık yönlerini taçlandırdığı kahramanı: Travis Bickle. "Taxi Driver"ın ana karakteri bir anti-hero. Robert De Niro'nun canlandıracağı karakter için on iki saat aralıksız sürüş eğitimi aldığı Bickle için senarist  Paul Schrader, öykünün yarı-otobiyografik olduğunu söyler. Ana teması yalnızlık olan filmin, film öncesi aşamada bir yalıtım gerektirdiği ise vurgulanan diğer noktalardan biri.

Hikaye aslında çok basit: Travis, insomnia ile başa çıkabilmek adına taksi şoförü olur (Fight Club'ı hatırlayalım). Sadece daha derin bir paronaya içine dalar karakter. Ret kavramı ve akabinde suç-nefret ikilisi içinde giderek yayılan bir döngü içine düşer. Yoluna ansızın konumlanan bir fahişe (Jodie Foster), politik kampanyalar ve katalizör etkisi yapan gidişat karakterin varoluşunu döngüye sokan diğer unsurlar. Bazı davranışlarından obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu olduğu yönünde iddialar olsada, Travis ile yönetmen Scorsese bir bilinmezlik çizer. Ahlakçı durmaktan ise ehemmiyetle uzak durur. Karakterin yolunda neden-sonuç ilişkisi yok denecek kadar azdır. Dış dünya ile artan huzursuzluk hali, büyük şehir hayatının bireyi yalıtılmış bir gerçekliğe entegre etmesi Taxi Driver'ın musluğundan akanlardan. Travis Bickle deli olabilir ya da rahatsız edici bir tip. Ancak bunlar söylediklerinin yanlış olduğu anlamına gelmez.