30.05.2017

21. Gezici Festival Günlükleri – 6

Requiem for the American Dream

Modern dünyanın en iyi yorumlayıcılarından biri olarak kabul edilen Noam Chomsky, başta filoloji olmak üzere politika, siyaset ve psikoloji üzerine tartışmalarıyla biliniyor. Düşünürün dart tahtasına yerleştirdiği resim bu kez her zaman yerleştirdiği Amerika’nın pompalanan kısmı. Popüler kültürün satışının yapıldığı Amerika’da hemen hemen her şeyin satılabilir olduğu algısı bir yana, belgesel filmin öyküsünün sırtını yasladığı ‘Amerikan Rüyası’nın büyüsü var bu kez kadrajda. Sadece Amerikan insanının değil Amerika dışında olan pek çok dünyalının bu yanılgı içinde kaldığı durumun mahiyeti, çocukluk yaşlarda başlıyor. İlk dakikadan itibaren avucuna “Amerikadasın!” mottosu yerleştirilen bireyler, yıllar içinde bu top noktaya ulaşmak için debelenirken; ulaşamamanın verdiği bir de büyük hüsranla karşılaşırlar.

Filmin değindiği diğer bir nokta ise pop kültürün belirleyicileri üzerine. Ekonomik refah düzeyi yüksek kesimin elinde tuttuğu belirleyicilik faktörü sadece bir listeyi belirlemez; aynı zamanda refah seviyesinin daha aşağılara doğru inen ivmesinde trajik bir yaklaşımı beraberinde getirir. Belirleyici olan şey/şeylere yetişme gayesinde olan bu gruplar yahut topluluklar bir anlamda bu çok yönlü faktörel yapının inşasında ezilirler. Ne var ki tarihi gerçekliği ve çıkmazları ele alan anlatıcının kadrine inanıp, her şeyi olur farz etme eğiliminde tutan yönetmenlerin bu tutumu ufakta olsa ‘bu neyin kolaycılığı?’ sorusunu film boyunca gündeme getiriyor.

Bulantı

Temel olarak bir parça “Yeraltı (2012)”, bir parça “Bekleme Odası”na (2003) ilave olarak Demirkubuz filmlerinden birer parça alın ve karıştırın. Karşınızda “Bulantı”.

Yönetmenin filmografisinde daha izleyiciyle buluşmadan haftalar evvel film bazlı değil yönetmen bazlı sıkıntılarla başlayan bir sürecin filmi Bulantı. Pek çok kesimce Demirkubuz’un çoklu filmi olma özelliği taşıyan film, yönetmene göre öyle görüldüğü kadar çok süzgeçten geçen bir film değil. Ancak şöyle ya da böyle alışılagelen yönetmenin yine alışılagelen dokunuşlarının çokça hissedildiği bir film.

“Benim en korktuğum kesim entelektüel kesim. Çünkü; her şeyin, her sıkıntının rasyonalize edilebilecek bir yanını buluyorlar” diyor Demirkubuz yarattığı Ahmet karakteri için. Rahatlık dediğimiz sürecin rahatsızlığını hisseden bir karakter Ahmet. Yaşamını idame ettirebilecek kadar sahip olduklarının yeter düzeyde olduğu Ahmet, bir şekilde paydanın yetmez yanını süreç içinde devamlı bulmakta. Kısacası rahatlık onun için bir rahatsızlık. İnsanın en kusurlu varlık olduğu dogmasından hareket eden film teknik anlamda ise tıpkı öykülem gibi Demirkubuz öykülerinin devamındaki evler ve kapılardan oluşuyor. Entelektüel Ahmet’e hayat veren Demirkubuz’un korktuğu entelektüel kesim bir kenara, yönetmenin çoğu kesimce ilah kabul edilmesi, “kendisini de bu kefeye almıyor mu acaba?” sorusu ile doğrusu en büyük merak konusu.