11.04.2023
42. İstanbul Film Festivali’nde Dikkat Çekenler – 1
Sinemaseverler için nisan ayını ayrı bir anlamlı kılan İstanbul Film Festivali’nin 42. edisyonu, birkaç gün önce gösterimlerle başladı. Bir seanstan diğerine koşan insanların tatlı telaşının salonda hep birlikte izlenen filmlerin heyecanıyla buluştuğu festival süresince ben de izleyi etkilendiğim filmlere dair yorumlarımı paylaşacağım. Serimin ilk yazısında değineceğim filmler şu şekilde:
LCV (Lütfen Cevap Veriniz)
İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı imzalı LCV (Lütfen Cevap Veriniz); üç oyuncu, tek mekan ve 70 dakikalık süresiyle seyircisine maksimum seyir zevkini sunmayı başaran işlerden biri. Evlenmelerine bir saat kala, törenin yapılacağı otelde son hazırlıklarını yapan Ceren ile Semih’in, yakın arkadaşları Mert’in geçmişten gelen sırları ortaya dökmeye başlamasıyla en mutlu günlerini sorgulamaya başlaması, “Gerçek suçlu kim?” sorusunu da seyircinin zihninde döndürüyor. Görünenin ardında yer alanın gerçeği tuzla buz ettiği film, kışkırtıcı sorular eşliğinde yükselttiği tansiyonla toplumsal normları ve bunun şekillendirdiği ilişkilere olan ikiyüzlülüğümüzün içini deşiyor adeta. Tek mekana hapsolmayan dinamik senaryosu ise filmin en büyük artılarından biri.
Asab Keshi (Hissiz)
Her festivalde vazgeçemediğim özelliklerimden biri de izleme listemde en az bir İran filminin olmasıdır. Onlardan bir olan Asab keshi, İran’da kız ve erkek çocukların birlikte özgürce eğitim alabildikleri ilk ve son yer olan anaokulunda geçen hikayesiyle bir kez daha Orta Doğu gerçekliğiyle yüzleştiriyor. Çocukları eğitmek ve terbiye etmek arasında kalan ince çizgi üzerine kurduğu hikayesiyle İran toplumunun anaokulu eğitimine odaklanan film, belgeselvari bir doğallığa sahip olmasıyla dikkat çekiyor. Yozlaşmış davranış kalıplarının kirlettiği çocukluk masumiyeti ise mahvediyor.
Les damnés ne pleurent pas (Lanetliler Ağlamaz)
Ergenlik çağındaki oğlu Selim’le oradan oraya taşınmakta olan zamanında bulaştığı rezaletten kaçmaya çalışan Fatima-Zahra’nın hikayesine ortak eden Les damnés ne pleurent pas, festivalde beğendiğim bir diğer filmdi. Geçmişin acıtan ve her an yüze vurulan gerçekleriyle baş etmeye çalışan bir anne ve oğlun pamuk ipliğine bağlı dramını usul usul işleyen film, seyircisini hikayeye dahil ederek oradan oraya savuruyor. Filmdeki Tarkan sürprizi ise seyirci için gülümseten bir ayrıntı oluyor.
Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar
Kültür hayatımızın önemli figürlerinden Onat Kutlar ve kurucusu olduğu Türk Sinematek Derneği’nin hkayesini dönemin adeta röntgenini çeken bir anlatımla ortaya koyan Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar, bu yıl izlediğim yerli belgeseller arasında üst sıralarda yerini almayı başardı. Ülkenin özgür düşünceye muhtaç olduğu baskıcı günlerde Türk soluna kültür dopingi etkisi yapan Sinematek’i kıymetli arşiv belgeleri eşliğinde aktaran belgesel, o günlerde vaha görevi üstlenen fikir adamı Onat Kutlar’a harika bir saygı duruşu. Film izlemek gibi son derece basit bir eylemin gerçek değerini o yıllardaki imkanlar dahilinde yaşayanların tanıklığıyla bir kez daha ortaya koyan belgesel, kesinlikle kaçırılmaması gereken kıymetli bir iş.
Tout le monde aime Jeanne (Herkes Jeanne’ı Sever)
“Depresyon hakkında bir komedi yazmak, iyi hissetmediğimizde içimizden geçen tüm zehirli düşüncelerden bahsetmek istedim. Bunları neşeyle tasvir etmenin bir yolunu bulmalıydım” diyen yönetmen Céline Devaux’nun hakkını fazlasıyla veren komedisi Tout le monde aime Jeanne, festivalin eğlenceli işlerinden biri niteliğinde. Tatlı ve kahkahası bol tipik bir Fransız komedisi olan film, illüstratör de olan yönetmenin renk katan çizimleriyle başka bir boyut sunuyor. Laurent Lafitte’in başrolün önüne geçen performansı ve filme kattığı enerji hayranlık uyandırıyor.