16.04.2023

42.İstanbul Film Festivali’nden

7 Nisan’da başlayan 42. İstanbul Film Festivali devam ediyor

Yoğun ilgi gören filmlere eklenen seanslarla festival 19 Nisan’da sona erecek. 19 Nisan Salı gününe eklenen filmlere festivalin https://film.iksv.org/tr/haberler/42-istanbul-film-festivali-nin-ek-seanslari sayfasından ulaşabilirsiniz. Onat Kutlar ve Sinematek yıllarını anlatan Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri , Fatih Akın’ın yeni filmi Ren Altını ve Saint Ömer de var. Festivalde izlediğim filmlerden bazılarının yorumlarını sizlerle paylaşacağım.

Dünyayı Kurtardığında (When You Finish Saving The World)

Yönetmenliğini ünlü aktör Jesse Eisenberg’ün yaptığı bu film özellikle hikâye anlatımındaki başarısıyla dikkatimi çekti. Anne, baba, çocuktan oluşan bir Amerikan ailesinin iletişimsizliğini birbirine çok benzeyen anne oğul üzerinden anlatıyor. Anne Evelyn, kadın sığınma evinde çalışıyor. Bu eve gelen kadınlara ve çocuklarına kendi ailesindekinden daha fazla sahip çıkarken ailesinden uzaklaştığının farkında değil. Anne oğlunun, Ziggy’nin sadece şimdiki değil, küçük yaşlarında da internette şarkılarını paylaştığını görmemiş. Oysa sığınma evinde yaşayan bir kadının oğlunun üniversiteye girişi için tüm olanaklarını ortaya koyuyor. Ta ki çocuk bunu istemediğini onun yüzüne vurana kadar. Anneler çocuklarının ilgi alanlarını, kendilerininkinden farklı olduğunda da saygıyla ve ilgiyle izleseler, kabul etseler toplum sanırım daha sağlıklı bireylerden oluşur. Filmin bir diğer değindiği konu da herkesin politik olması gerekliliği. Ziggy, hoşlandığı kız arkadaşı politik konulara duyarlı olduğu için kendini politik olmaya zorluyor. Oysa o dünyadan çok uzakta. Olduğu gibi yaklaştığında arkadaşı onu belki daha çok sevecek. Fakat çocukluktan gelen şartlanmışlıklar, özellikle anneyle ilişkideki sağlıksız yanlar ileriki yaşlarda ortaya çıkıyor. Film prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapmıştı. Anne Evelyn rolünde Julianne Moore’u, ailenin genç bireyi rolünde Finn Wolfhard’ı izlemek oldukça keyifli.

Aramızda Kalsın (Stories Not To Be Told)

İki yıl önce İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz Üst Kattakiler’in yönetmeni Cesc Gay’in bu yıl festivaldeki filmi gene bir şehir komedisi. Bu kez beş farklı hikâyeyle çiftler arasında, arkadaşlar arasında sır olan, başkalarınca bilinmesi hem istenip hem de istenmeyip, birbirimize anlatırken “Aman aramızda kalsın” dediğimiz konulara değiniyor. Özellikle ilk hikâye, karakter nasıl zora sokulur sonra oradan nasıl çıkartılır, buna çok iyi bir örnek. İkinci hikâye ise arkadaşınızın hoşlandığı kadınla ilgili ilişkiyi etkileyebilecek bir bilgi alsanız ona söyler misiniz, söylemez misiniz, ne kadar açık fikirlisiniz gibi konulara değiniyor. Film kadınlar arasındaki erkeklere dair sohbetlerle ilerleyen üçüncü kısa filmle devam ediyor. Yaşlı bir profesör ilişki yaşadığı genç öğrencisinin ondan ayrılacağını tesadüfen duyunca ayrılık adımını atan ben olayım diye büyük bir yalan uyduruyor. Ya da doğru ? Yalan mı doğru mu ? Derken genç bir çift markette birbirlerini ne zaman, kimlerle aldattıklarını itiraf ediyorlar. Tam da çocuklarının doğumunun arefesinde, hem de evlenmeye karar vermeden önce. Eğer dünya dertlerinden bunalmışsanız Aramızda Kalsın’ın şehirli insan halleri size iyi gelecek.

Blanquita

Şili’nin Oscar adayı bu film bir yıl süren bir soruşturmaya dayanıyor. Konu Spiniak Davası olarak bilinen çocuk fahişeliği ve pedofili ağı. Bu son on beş yılın Şili adli, siyasi ve gazetecilik tarihi için en çalkantılı ve kafa karıştırıcı olaylarından biriydi. Yönetmen haberler, dava dosyaları, mahkeme tutanakları ve röportajlar gibi sayısız kaynağı derinlemesine inceledikten sonra, bu talihsiz hikâyede onu en çok etkileyen karakter üzerinde duruyor; Blanquita. Yirmi yaşında bir genç kız. Film gerçek olaydan esinleniyor ve hiçbir şey göründüğü gibi değildir üzerine izleyicinin de kafasını karıştırarak ilerliyor. Yönetmen amacını şöyle açıklıyor: Bazılarının şüpheciliği ve bazılarının körü körüne bağlılığıyla karşı karşıya kalan bir karakteri yargılamadan sunmak. Blanca’nın suçladığı kişi ünlü bir senatör. Ona işkence yaptığını, tecavüz ettiğini söylüyor. Senatör tabii ki bu suçlamaları reddediyor. Öte yandan Blanca’ya aşık, hatta belki de çocuğunun babası var. Genç yaşına rağmen çocuğuna babalık yapmak isteğini Blanca’ya söylüyor. Genç kadın çocukluğundan beri yaşadığı istismarla o kadar öfke dolu ki birileri yargılansın istiyor. Sadece çocuğuna annelik yapmak derdinde. Bu yolda kim yalan söylüyor, kim doğru ? Film baştan sona tıpkı olayın kendisi gibi iç karartıcı bir atmosferde ilerliyor. Blanca, baştan sona donuk yüz ifadesiyle izleyiciye hiç ipucu vermiyor.

Köpek Gibi Man And Dog

Festivalin Dünya Festivallerinden bölümünden seçtiğim filmlerden birisi de yakın yıllarda takip ettiğim Romanya sinemasından Ştefan Constantinescu’nun Man And Dog’u oldu. Türkçe’ye neden Köpek Gibi diye çevrildiğini anlayamadığım filmde adamla, köpeğin neden birlikte kullanıldığı da açık değil. Bir şüpheyle covid günlerinde çalışmakta olduğu İsveç’ten evine dönen Doru’nun annesinin eviyle başlayan hikâyesi eşinin onu aldatıp aldatmadığı sorusuyla devam ediyor. Böylece film başladığı yerden kopuyor. Esas konu ailenin yaşadığı dram gibi görünürken baştaki anne ziyareti sadece köpeğe ulaşmak için gibi anlaşılıyor. İşinden izinli olduğu bir hafta boyunca Doru, eşini takip ederek, onu aldattığına dair bir ipucu yakalamak ister ama buna bir türlü ulaşamaz. Doru’ya, eşinin onu aldattığına ilişkin giden mesajın da çok iyi işlenmediği film için yönetmen kara film etkileriyle, bir çiftin dramını perdeye yansıtmak istediğini söylüyor.