22.04.2024

43. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 1


İstanbul’a ilkbaharı getiren 43. İstanbul Film Festivali’ne kısa süre önce kavuşurken kimi zaman güneşli bir havada kimi zaman da tatlı bir bahar yağmuru altında sinemadan sinemaya koşturmaya başladık. Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da festival süresince izlediğim filmlere dair yorumlarımı sizlere buradan paylaşırken festivalin nabzını tutmaya çalışacağım. Festival günlüklerimin ilkini sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyarken keyifli okumalar dilerim.

Paradiset brinner (Cennet Tehlikede)

Yaz mevsiminin tatlı sıcaklığı içinde hayatın akışına kapılıp giden bir kız kardeşliğin hikayesini birbirine olan bağlılığın samimiyetiyle ören film, mesaj verme ihtiyacının peşinden gitmeden seyircisini duyguların kolları arasına bırakıyor. Kız kardeşliğin sahip olduğu bağı aynı anda hem bir lanet hem de bir nimet olarak gören yönetmen, gencecik üç başrolünün yeteneğini bir cevher gibi işleyerek henüz ilk uzun metrajında geleceği için parlak bir ışık yakıyor.

Animal (Hayvan)

“Her şey dahil” bir tatil köyünde çalışan animatörlerin sosyo-ekonomik sistemin içindeki yaşam mücadelesini insani duyguları es geçmeyen bir anlatım eşliğinde aktaran film, kendini adadığı işe karşı varını yoğunu veren her türlü emeğin ve çalışmanın bir alegorisini sunuyor. Dans geçmişine de sahip Dimitra Vlagopoulou’nun güvenli alanın (!) dışına attığı adımla sınırların katı çizgilerini kana buladığı dominant performansı ise kendisine hayran bırakıyor.

In Flames (Alevler İçinde)

Pakistan’ın katı ataerkil düzeni içinde bir kadın olarak yaşamanın, nefes almanın ve en önemlisi kendini ispat etmenin zorluğunu Kafkaesk bir üslupla aktaran film, doğru fakat ağır ve çekingen adımlarla ilerlediği için hedeflediği o hakimiyeti kurmakta zorluk çekiyor. “Cinsiyetçi baskının psikolojik etkisine, Pakistan’da genç ve âşık olmanın dehşetine ışık tutmak istiyorum” diyen yönetmenin anlatım tercihi konuyu daha ilgi çekici hale getirse de tempodaki devamlılığın kusurları buna gölge düşürüyor.

Wadaean Julia (Elveda Julia)

Sudan’ın kuzey ve güneyinden iki kadının bir trajediyle kesişen hayatlarını yaşanan iç karışıklığın tam aksine bir dostluğun sevecenliğiyle sarıp sarmalayan film, ahlaki geriliminden de ödün vermeden yas, kimlik, suçluluk ve ırkçılığa dair tartışma alanı yaratıyor. Fiziki sınırların ötesinde toplum zihninde parçalara ayrılmış Sudan’ın yakın tarihine dair oldukça geniş sosyolojik tespitler yapmaya da fırsat sunan hikayenin özü, Farhadi’den esintiler taşıyan bir stille perdeye yansıyor. Sinema eğitimi görmeyen Mohamed Kordofani’nin ilk uzun metrajındaki olgun anlatım dili, derinleşen sosyal kırılımların keskin izini ustaca sürüyor.

Boléro

Ravel’in bugün dahi dünyada her 15 dakikada bir çalınan ve her dinlediğimde kendisiyle ilk kez karşılaşıyormuş gibi coşkun duygulara kapıldığım eseri Boléro’nun yaratım sürecine odaklanan film, bir sinemasever ve klasik müziksever için her dakikasında tarifi mümkün olmayan bir doygunluk hediye ediyor. Koreograf Ida Rubinstein’ın, “Şehvetli! Büyüleyici! Erotik!” olarak tanımladığı eserin mekanik ve 17 tekrardan oluşan altyapısına karşın insan ruhunu kolayca ele geçiren o sihirli tınıları Anne Fontaine’in beyaz perdeye zekice döktüğü görüntülerle birbiri içine geçiyor. Raphaël Personnaz’ın sanatsal yaratım sürecinin sanatçı psikolojisine etkilerine dair etkileyici ve çoğu zaman donuk yüz ifadelerine sahip Ravel performansı ise filme seviye atlatıyor.

Gloria!

Müzik tarihinin tozlu sayfaları arasında kalan kadın bestecilere ithaf edilen ve pozitif enerjinin her tonunu barındıran anlatımıyla 1800’lerin İtalya’sında manastırda pop müziği icat eden bir grup genç kadın müzisyenin hikâyesine ortak eden film, erkek egemen bakış açısına yüzyıllar öncesinden unutulmayacak bir ders veriyor. Aynı zamanda besteci de olan Margherita Vicario’nun yönettiği ve müziklerinde kendi özgün bestelerini içeren filmde senaryoda bazı defolar yer alsa da yosun tutmuş sisteme meydan okuyan ve hep bir ağızdan söylenen koro bölümlerin ışıltısı perdeden salona taşıyor.

Hors du temps (Zamanın Dışında)

Seyircisini belki de hiç hatırlamak istemediği Nisan 2020 karantina günlerine ışınlayıp hapseden film, buna karşın mizahı da dahil ettiği anlatımıyla adeta ağlanacak halimize güldürüyor. Etrafımızdaki dünyanın ve hatta sevdiklerimizin dahi tedirgin edici bir hal olduğu karanlık günleri kırsalın güneşli güzel havasıyla aydınlatan Olivier Assayas, bugüne kadar yönettiği en otobiyografik filminde anlatımı haddinden fazla sündürüyor ve bu da zaman zaman tempo kaybına yol açıyor. Filmin yıldızı ise hiç kuşkusuz ki nevrotik kişiliğiyle kırıp geçiren Vincent Macaigne.

To kalokairi tis Karmen (Carmen’le O Yaz)

Ege’nin karşı kıyısındaki bir kuir plajında hikaye içinde hikayenin yer aldığı bir anlatı eşliğinde kahkahası bol bir iş ortaya koyan film, kendi kendini “eğlenceli, seksi, Yunan usulü ve düşük bütçeli” olarak tanımlasa da eldeki sınırlı malzemenin doğru bir kullanımla da iyi sonuçlar ortaya çıkaracağını kanıtlıyor.

After Hours (Geç Saatler)

Scorsese filmografisinin 80’lerdeki gizli cevherlerinden biri olan ve kara mizah ile psikolojik gerilimin ustaca harmanladığı olay örgüsüyle izleyicisini oturduğu koltukta dahi bitmek tükenmeyen bir tempoya ve matematiği de son derece iyi hesaplanmış bir olay örgüsüne dahil eden film, büyük bir kara mizah olmasının yanı sıra harika kurgusuyla da sinemanın lezzetinin her zerresini zihne işliyor. Scorsese’nin şahsen sakladığı 35 mm’lik baskıdan restore edilen dijital 4K kopyadan büyük perdede izlemek ise paha biçilemez bir deneyimdi.

Tatami

Klasik bir spor filmi parolasıyla başladığı hikayesine İran’ın İslamcı rejime sahip cumhuriyetinin (!) yarattığı baskıyla her dakikasında bir yay gibi gerilen politik gerilim olarak devam eden ve bu iki türü dengeli bir şekilde yürütmeyi başaran film, itaat kültürüne karşı kararlılığın ve onurlu duruşun siyah beyaz fotoğrafını çekiyor. Savaşın hüküm sürdüğü Orta Doğu coğrafyasında böylesine bir dönemde İranlı ve İsrailli sinemacıların birlikte yönettiği ilk uzun metraj olan bu yönüyle dahi başlı başına bir zafer olan film, sanatın evrensel gücünün de simgesi. İslami otoriter rejim altında sindirme politikası ve zulmün bir noktadan sonra tetikleyici gücün tam da kendisi olduğu hikayede filmin ortak yönetmeni de olan Zar Amir ve başrol Arienne Mandi’nin harika uyumlarına eşlik eden performansları, İranlı tüm kadınların haykırışı oluyor.