27.04.2024

43. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 2

Tüm hızıyla devam 43. İstanbul Film Festivali’nde filmleri izlemeye devam ederken günlüğümdeki notlar da çoğalmaya devam ediyor. Festival günlüklerimin ikincisinde birbirinden dikkat çekici filmler ve yorumlarımı paylaşmaktan mutluluk duyarken keyifli okumalar dilerim.

Bastarden (Toprak Uğruna)

Danimarka tarihinden gerçek bir gurur ve hırs hikayesini muntazam bir sinematografi eşliğinde aktaran film, Mads Mikkelsen’in karizmasıyla arz-ı endam ettiği bir İskandinav western’i. İdeallere olan bağlılık ve bu uğurda göze alınan zorluklara karşı insanoğlunun gösterdiği direnci aktaran hikayenin özü, kasvetli olduğu kadar sürükleyici hikaye anlatımıyla birleşince ortaya da seyir zevki yüksek bir iş çıkarıyor. Mikkelsen her filminde olduğu gibi yine büyülüyor.


Cottontail (Pamuk Kuyruk)

Son bir dileğin yerine getirilmesine dair sürprizler barındırmayan hikayesiyle sakin bir anlatım ortaya koyan film, aile bağlarının içinde usul usul ilerleyen bir anlatım koyarken sevginin ve kaybın ardından yaşanan kabulleniş sürecinin fotoğrafını çekiyor. Buna karşın filmin en büyük dezavantajı yeni bir şeyler söyleyememesi.

Hayallerim, Aşkım ve Sen

Geri dönüşlerle hayaller ve gerçeklerin iç içe işlediği, farklı bir kurgu düzeni ve gerçeküstü ögelerle bezenmiş bir yapıya sahip film, Atıf Yılmaz ve Ümit Ünal’ın sinemaya gönülden tutkulu olanlar için bir armağan adeta. Kendi içinde bir karanlık döngünün içine giren geleneksel Yeşilçam sistemi ve bunun sebebi baş aktörlerine eleştirel bir dille yaklaşan filmde buna karşın Coşkun karakterinin içindeki tüm o şefkatli coşku ve heyecanı ise seyircinin yüreğindeki umudu her daim diri tutuyor. İstanbul Film Festivali’nin bu yıl restore ettirdiği Hayallerim, Aşkım ve Sen’i büyük perdede izleyip sinema tutkusu ve her haline rağmen Beyoğlu’na duyduğumuz o sevgiyi iliklerimize kadar hissetmek paha biçilemez bir deneyimdi.

Keyke mahboobe man (En Sevdiğim Pastam)

“Mutlu olmak her yaştaki insan için mümkün müdür?” sorusu ile seyircisini 70 yaşında iki kişinin birbirini tamamlayan sevgi dolu kimyalarına ortak eden film, sıcacık şeker gibi bir hikayesinin ardında hayatın iki gerçeğinden birini saklıyor. İran’ın mevcut baskıcı rejimi içinde tehlike (!) yaratacak şekilde zevk, neşe ve aşkı paylaşmak adına cesur adımlar atan iki yetişkinin hikayesi, filmin her anına serpiştirilen dozunda mizahla keyiflendirirken hüznün kolları arasına almaktan da geri kalmıyor.

The Persian Version

On yıllara yayılan bir anne-kız hikayesiyle asi gençliğin isyanı, jenerasyon farkı ve kültürel çatışmaya alan açan film, komediyle trajediyi kıvrak bir zeka ve düşünceli bir ciddiyetle örüyor. Parlak renkler ve pop müzik eşliğinde şimdiki zaman ile geçmiş zaman arasında mekik dokuyan hikayenin güzel sürprizi ise Cemre Ebüzziya’yı küçük de olsa bir rolde görmek oldu.

Unicorns (Arzu Nesnesi)

Kimlik çatışması içinde kendine yol çizen karakterleriyle ışıltılı bir dünyanın içine dalış yapan film, bu duygusal yolculuk süresince empati kurdurmaya çalışırken bunda da başarılı oluyor. Zarif fakat zaman hayatın gri gerçekleriyle yüzleştiren anlatımını farklı renk ve kültürlerin arasından sızan kimliklerin yansımasıyla süsleyen yönetmen, bu duyguların girdabına seyircisini de dahil ediyor. Filmin en katlanılmaz yanı ise İngiliz aksanı.

Son Hasat

Sinemamızın çıkmamakta ısrar ettiği taşra hikayelerinden bir başka kesit sunan film, emeğin sömürüsü ve rekabetçi ekonomik sistem içindeki çeteleşme sorununu teknik açıdan son derece başarılı bir biçimde anlatsa da senaryonun kırılan o çatlaktan içeri sızması aynı akıcılıkta olmuyor. Kesil(e)meyen planlarla anlatısını yer yer tekrar eden yönetmen, hikayenin kilit noktası başrolünü kısır diyalog döngüsü içine dahil ederek ikinci plana atarken kana bulanmış hırsın deştiği kirli düzenin irinini de akıtarak erkeksi bir intikam alıyor. Filmin görüntü yönetmeni Emre Pekçakır, geniş açılı planlarıyla görsel doygunluk yaşatıyor.

Ege Güneşi

Ziyaretçilerini rengarenk ve ışıl ışıl bir dünyaya davet eden bir lunaparkta gece ışıklar sönünce başlayan gerçek hayatın zorluğuyla tanıştıran belgesel, çalışanların görünmeyen mücadelesini adım adım takip ederken belirsizlik karşısında direnç, umut, üzüntü ve sabrın nabzını tutuyor. Yönetmenin kurgusal bir anlatıma yakın stili belgeselin anlatımına dinamizm katarken çalışma dünyasındaki şartlarına karşın işini severek yapmanın ve onu benimsemenin değerini tüm ışıltısıyla yayıyor. Lunapark dünyasının karanlık arka bahçesine dokunaklı ve realist bir bakış.

All Shall Be Well (Her Şey Güzel Olacak)

Ailenin ne anlama geldiğini sorgulatırken yas draması kimliğiyle kısa metraj olabilecek bir hikayeyi uzatarak uzun metraja dönüştüren film, seyircisine uzaklardan bir şeyler mırıldayan fakat nasıl anlatmak istediği konusunda kafası karışık bir iş.

Hypnosen (Hipnoz)

Sosyal uyum ve ilişkiler üzerine kara komediyi anlatısına yerleştiren film, toplumsal düzenin “normal” olarak saydığı davranışların varlığını sorgulatırken iki başrolün de keskin komik diyaloglarıyla zeminini güçlendiriyor. Filmin günümüz dünyasındaki erdem sinyalleme ve kendini yeniden yaratma çağrılarına getirdiği eleştiri üzerine sayfalarca konuşulacak konuları da yaratan yönetmenin ilk uzun metrajındaki tonu seyircisine de geçmeyi başarıyor. Sosyal normları elinin tersiyle iterken gerçek benliği kabul etmenin ne denli mümkün olabileceğini sorgulatan film, İskandinavya’dan sıcak bir iş.