08.04.2019

Nokta – 38. İstanbul Film Festivali Özel

Gospod postoi, imeto i’ e Petrunija (2019)

Teona Strugar Mitevska, İstanbul Film Festivali’ne on bir yıl aradan sonra “Onun Adı Petrunya” filmi ile konuk oluyor. Gösterim öncesi yaptığı kısa açıklamada film çevirmenin kolay bir iş olmadığını belirtip “Söyleyecek sözün yoksa zamanımı harcama” gibi bir düsturu olduğuna değindi.

İşler tam da bu sebepten işler sarpa sarıyor. Zira Mitevska’nın söylemek istediği çok şey var. Bir daha söyleme fırsatı bulamayacakmışçasına, dile getirmek istediği her şeyi bir filme sıkıştırmaya kalkmışa benziyor. Çoğu zaman diyalogların “açıklayıcı olma” hali ile bir manifestoya dönüşüyor.

Bu haliyle özellikle ikinci yarısında inandırıcı bir balkan portresi çizmekten çok didaktik bir hal alan yapım, feminizm ve sosyalizm konularına özel ilgisi olanlar için değerlendirilebilir.

Performance (1970)

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Nicolas Roeg’in daha sonra imzası olacak parçalı kurgu stilini henüz olgunlaşmamışken tecrübe etmek güzel bir deneyim. Bu kurgu tarzı paramparça bir stil şovundan ziyade bütüne hizmet edecek bir alet olarak kullandığında ise ortaya zaten Don’t Look Now (1973) çıkıyor. İngiliz suç filmleri ile 60’lı yılların hippi kültürünün harmanını bir arada görmek ilginç bir deneyim ancak ikinci perdesinin sarktığını ve Roeg’in henüz ustalığa ulaşmadığını görmek mümkün.

2001: A Space Odyssey (1968)

Sinema tarihinin üzerinde en çok konuşulan filmlerinden biri olan 2001: Bir Uzay Macerası’nı sinema perdesinde izlerken, bu tarz filmleri izlemek için küçük ekranlara mahkum olmak zorunda oluşumuzu düşündüm.

Yurt dışında sık sık özel gösterimlerde klasikleri dev perdede izleme şansına erişen şanslı bir güruh var. Bizim ise böyle eserleri eski görkeminde izleyebilmek için tek şansımız böyle Film Festivalleri. Fırsatınız varken bu deneyimi kaçırmayın.

Synonymes (2018)

İsrail’den Paris’e kaçan bir genç olan Yoav üzerinden, göçmenlik ve “haliyle” ikinci sınıf vatandaş olmanın zorluğu incelikle işlenmiş. Yönetmen Lapid, geçmişimizin kimliğimize nasıl işlediğini, nereye gidilirse gidilsin insanın peşini asla bırakmayan anavatan kavramını kullanarak anlatmayı başarmış.

Yoav’ın suyun altında soğuktan donmak üzereyken bulunması bir tesadüf değil. Mültecilerin denizde boğularak ölmesi ve yardım çığlıklarına kimsenin aldırmaması ile ilgili. Karaya çıktıktan sonra bile bir ütopya olarak gördüğü Fransa’da üzerine geçirdiği sarı paltosu ile her daim kalabalıktan ayrı bir yerde duruyor. Kalabalığın da onu istediği yok zaten.

Fransız arkadaşları onun halini anlamak veya züppe merakları ile Yoav’ın her gün yediği domatesli makarnayı tatmak istiyorlar ancak içine capri atmadan duramıyorlar. Emile’in ailesinin fabrikası var. Bu sayede yazarcılık oynayabiliyor. Hâlbuki yeteneği olan ve hikâyelerini ona satan ise göçmen Yoav.

Caroline ise yine doğduğu coğrafya sebebiyle, Emile’in “patates yetiştirmekle eş değer” dediği orkestra içinde obua çalarak geçimini sağlayabiliyor.

Yoav’ı rüyasından asıl uyandıran olgu ise zorunlu entegrasyon kurslarında duyduğu Fransız milli marşının zenofobik tınıları oluyor. Yaov’ın ütopyası gerçek olamayacak kadar güzel ve ona ait değil. Yoav ne İsrail’e ne de başka bir yere ait.