26.10.2019

Kendinle Yaşamak: Living With Yourself

Çoğumuzun kendimizi halsiz, mutsuz ve bitkin hissettiği zamanlar vardır. Yaratıcılığımızın kaybolduğu, sevmediğimiz bir işte çalıştığımız, özel hayatımızın tekdüzeleştiği, “Keşke benden bir tane daha olsa, işe o gidip gelse, ben de biraz kendime vakit ayırsam,” dediğimiz anlar. Peki, bu hayatın akışı içinde kaybolmuş ve ne yapacağını bilemez halde bir yerden bir yere sürüklendiğimiz zaman dilimlerinin birinde, birileri çıkıp sizi klonlayacaklarını, klonun da en iyi versiyonunuz olacağını söyleseler ne yapardınız?

Miles adındaki bunalımdaki bir adama odaklanan dizi Living With Yourself, işte bu sorunun cevabını veriyor bizlere. Eleştirmenler tarafından da beğenilen, özellikle Miles karakterini canlandıran Paul Rudd’un oyunculuğunun övüldüğü, Timothy Greenberg tarafından yaratılan dizinin kadrosunda, Kate karakterine hayat veren Aisling Bea da bulunuyor. Bir röportajında, evlendikten ve aile kurduktan sonra kimi zaman sevdiği kişilerin yanında en iyi halini yansıtamadığını ve bunun sevdikleri için haksızlık olduğunu düşündüğünü söyleyen Greenberg, farklı versiyonlarını yarattığı dizinin konusunu en sonunda “Ya bizden bir tane daha olsaydı?” sorusu üzerine kurduğunu anlatıyor. Paul Rudd ise dizinin her bölümünün farklı karakterlerin (İki Miles ve karısı Kate) bakış açılarından anlatılmasının ve hikâye kompleks olmasına rağmen yine de ustalıkla yazılmış olmasının kendisini çok etkilediğini belirtiyor.

En İyi Versiyonunla Aynı Hayatı Paylaşmak

Monoton hayatının içine sıkışmış Miles, kendisini geliştirip daha iyi bir adam olmak yerine kolay yolu seçip, kısa süre içinde yenilenmiş ve mutlu hissetmek adına iş yerinden bir arkadaşının tavsiyesiyle pek tekin olmayan bir spa merkezine gider. Gözünü tekrar açtığında ise kendisini bir poşetin içinde toprağa gömülmüş bir şekilde bulur. Altında yalnızca bir yetişkin beziyle saatlerce yürüyerek en sonunda evine ulaşan Miles, karısının yanında kendisinin daha derli toplu versiyonunu bulur. Bir süre ne olduğunu anlayamayan ikili, en sonunda spa merkezine yeniden giderek, tedavi sonrasında oradan çıkan mutlu Miles’ın klon, toprak altına gömülmüş olanın ise aslında ölmüş olması gereken fakat yaşanan bir aksilik sonucunda hayata tekrar dönen orijinal Miles olduğunu anlar.

Miles, klonunun iş yerinde önemli bir projeye büyük katkı sağladığını ve kendisine terfi aldırmasının an meselesi olduğunu görünce, her ne kadar onu karısından kıskansa da evinde bir hafta daha kalmasına izin verir. Miles terfi alınca klonu hayatlarından çıkacak ve bir daha geri gelmeyecektir. Fakat işler istedikleri gibi gitmez.

Bir yandan kendisinin daha iyi versiyonu olan klonunu kıskanan Miles, diğer yandan kopyalandıkları ana kadar orijinalinin tüm anılarını ve duygularını almış olan klon Miles, içinde bulundukları durumda debelenirken, biz de izleyici olarak kendimizi onların yerine koyarak aslında kim haklı kim haksız ayırt etmeye çalışıyor, bu ikilinin hayatlarının gün geçtikçe daha karmaşık hale gelmesine tanık oluyoruz.

Her Yönüyle Farklı Bir Yapım

Bir tarafta değişmesini çok istediğimiz orijinal Miles’ın, karısını ve hayatının rahatlığını sevmesine rağmen uzun süre bencilce davranmaya devam etmesi, diğer tarafta hisleri ve anıları orijinaliyle aynı olan klon Miles’ın, zorla karısından ve evinden ayrılıp kendine yeni bir hayat kurma çabası, öte tarafta ise kocasının ilgisizliğinden dolayı evliliğinde sıkıntılı günler geçiren Kate’in, mutluluğu başka bir yerde bulup bulamayacağı hakkında kendi içinde yaşadığı hesaplaşmaları izleyicileri duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. Karakterlerin içinde bulunduğu absürt durumlar ise güldürüyor.

Tatlı sahneler ve evlilikle ilgili mesajlar da içeren dizi, izleyicisine evliliklerindeki güzellikleri olduğu kadar kötülükleri de kucaklamaları gerektiğini, çünkü bir karı kocanın birbirlerini çıldırtan özelliklerinin aslında aynı zamanda birbirlerini de sevme nedenleri olabildiğini anlatıyor.

Dizinin bir ilginç yanı da geleneksel olmayan sahne çekimleri. Dizinin son bölümünde gösterilen Miles’ların kendi aralarındaki dövüş sahnesi dışında hiçbir yerde dublör kullanmayan Paul Rudd, ikilinin karşılıklı sahnelerinin hepsinde daha önceden kaydettiği diyalogları kulağına yerleştirdiği küçük bir kulaklıkla dinleyerek tek başına oynadığını söylüyor.

Toplamda yarım saatlik sekiz bölüm halinde Netflix’te gösterilmeye başlanan dizi, aslında komedi formatında yazılmış olsa da tam olarak hiçbir kalıba oturmuyor. İçinde yer yer komedi ve dramı bulunduran, fantastik ögeler barındıran ve çoğu zaman da düşündüren Living With Yourself, özellikle Paul Rudd’ın başarılı oyunculuğuyla konunun derinliğini kolayca kavrayabildiğimiz, bir oturuşta rahatlıkla bitirebildiğimiz bir dizi olmuş.

Ben de yazımı diziyi izlerken cevabını sıkça düşündüğüm bir soruyla bitirmek istiyorum: Daha iyi bir versiyonunuz yaratılsaydı, hangi özellikleriyle sizden farklı olurdu?