16.03.2021
Bir Avcının Ava Dönüş Hikâyesi: Jagten
Onur Savaşı (Jagten – The Hunt), başrolünde Mads Mikkelsen‘in yer aldığı, Thomas Vinterberg tarafından yönetilen 2012 Danimarka yapımı bir dram filmi. Her ne kadar Danimarka sineması dediğimizde aklımıza Lars Vor Trier gelse de Vinterberg sineması da Danimarka sineması denilince akla gelen ilk isimlerden.
Her şeyden önce Jagten (The Hunt) nasıl olur da Türkçeye Onur Savaşı olarak çevrilir kafama takılan bu oldu. İngilizcesi The Hunt olan bir filmin Türkçeye de Av olarak çevrilmesi gerekiyordu. Onur Savaşı’ndan çok bir “avı” anlatıyordu çünkü Vinterberg.
The Hunt’a geri dönecek olursak… Filmde bir pedofili suçlaması, patlayıcı bir rol oynuyor ama bu iddia bilinç dışında üretilmiş dürtüsel bir yalana dayanıyor ve kontrolden çıktığında ise acı bir dramaya dönüyor.
Lucas olarak tanıdığımız kırk yaşında mutlu bir anaokulu öğretmeninin yaşadıkları, onun hayatını mahvediyor; en yakın arkadaşları bile ona inanamaz hale geliyor. Burada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir terim var: “Kitle psikolojisi”. Kitle psikolojisinde, ‘’kitlenin bir parçası haline gelen, egemenliği altına giren bireyin/bireylerin bilinçli kişiliği kaybolur. Kitle psikolojisinin oluşması, bireysel psikolojinin kaybolmasına, duyguların bireysel olmaktan çıkıp kolektif hale gelmesine yol açar.’’ Tam olarak kitlenin egemenliği altına giren Lucas’ın en yakın arkadaşları, Lucas’ı derinden yaralarken; yeri gelir Lucas bu suçlamalar yüzünden dövülür, yeri gelir marketten alışveriş yapamaz, yeri gelir köpeği Fanny bile öldürülür. Kitle psikolojisi işte böyle bir kavram. Aklın ve zekanın önemi azalır ve birey sadece duygularıyla hareket eder. The Hunt bu anlamda izlemesi zor ama sürükleyice de bir yapım. Bütün bunlar Lucas’ın başına gelmişken sonunda ne olacak nasıl olacak diye merak ettiriyor bize film.
Bir Avcının Ava Dönüş Hikâyesi
The Hunt, temelde yalanların, dedikoduların ve imaların kamuoyunda gerçek olarak pekiştirilme hızı ve genç beyinler üzerindeki telkinlerin rahatsız edici gücü hakkındadır. Ama aynı zamanda topluluklara ve arkadaşlara, özellikle erkekler arasındaki güvenin kırılgan doğasıyla da ilgili. Yıllar öncesine uzanan arkadaşlık bağların ne kadar kolay kırılabileceğini ve bir grup kardeşin kendi içlerinden birine nasıl ihanet edebileceğini de gösteriyor.
Lucas (Mikkelsen), küçük bir kasabada arkadaşlarıyla takılan, eğlenen, içen bir geyik avcısı ve bir anaokulunun sevilen üyesidir. Öğretmenlik işinin kaybından ve dağınık bir boşanmadan geri dönerek, yeniden ayağa kalkmaya başlıyor. Yabancı bir meslektaşıyla (Alexandra Rapaport) ümit verici bir ilişki kuruyor ve ergen oğlu Marcus’a (Lasse Fogelstrom) sınırlı erişime sahip olduktan sonra, oğlu büyük olasılıkla geri dönecek gibi görünüyor. Ancak tüm bunlardan sonra yaşananlar her şeyi tam tersine döndürüyor. Lucas’ın en yakın arkadaşı Theo’nun (Thomas Bo Larsen) küçük kızı Klara (Annika Wedderkopp), ona karşı masum bir aşk yaşıyor. Ancak şefkat gösterileri normal sınırları aştığında, Lucas nazikçe bir çizgi çiziyor. Klara’nın bunu bir reddediş algılıyor ve erkek kardeşinin iPad’inde gördüğü pornografik bir görüntüden hayal gücüyle, anaokulu müdürü Grethe’nin (Susse Wold) kaygılı sorularını Lucas tarafından tacize uğradığını söyleyerek yanıtlıyor. Burada üzücü olan şey, Lucas’ın yanlış bilgileri düzeltmedeki çaresizliğidir. Hal böyle olunca izleyici bir sinirleniyor ve bunun sonrasında Lucas’ın çaresizliğini izlemeye koyuluyor.
Lucas neredeyse bir gecede kasaba halkı tarafından dışlanmış, sadık bir arkadaşı (Lars Ranthe) dışında herkes tarafından yok sayılmış, fiziksel olarak saldırıya uğramış ve hem kendisine hem de Marcus’a ciddi bir keder veren özellikle acımasız bir misillemeye maruz kalmıştır. Toplumsal bir konuya hizmet eden The Hunt, kurduğu metaforlarla başarılı bir yapım. Bir avcıyken ava dönüş hikâyesi The Hunt. Küçük bir kız olan Klara’nın hayal gücünde uydurduğu bu suçlaman üstü yeniden, uyku ve uyanıklık durumu olan bilinçdışı esnasında kurduğu cümleyle örtülüyor. İki bağdaştırma benim için güzeldi.
Oyunculuk açısından The Hunt’u ele aldığımızda gerek çocuk oyuncu gerekse Mads Mikkelsen’in oyunculuğu harikaydı. Kaldı ki 2012’de Cannes Film Festivali’nde Mikkelsen En İyi Oyuncu ödülünü kazanmıştı.