05.03.2022
The Batman: Dünyanın En Karanlık Dedektifi
The Batman (2022) için öncelikle söylenebilecek şey, içinde yaşadığımız çağın karanlık ruhunu damardan yakalamış olması. Küresel felaketler, ekonomik krizler, kapitalizmin yıkıcı gücü, suça bulanmış siyasetçiler, mafya polis ilişkileri, ve daha yeni Avrupa’nın göbeğinde çıkan savaş. Hepsinin ortasında da, çıkış bulmaya çalışan, sadece işinde gücünde olmaya çalışan insanlar. Bunlar hep yok muydu peki? Tabii ki vardı. Ancak pandeminin götürdükleriyle birlikte kara bulutların herkesin tepesine her zamankinden daha çok çöktüğü, ve dünya genelinde çaresizlik hissiyatının belki de her zamankinden daha çok varolduğu bir dönemdeyiz.
Bundan 15 yıl önce Christopher Nolan’ın vizyonu ile daha karanlık bir yola giren (iyi ki de öyle olan) Batman evreninin izinde, Nolan’in açtığı yoldan giden ancak büyük bir sapma ile kendi yolunu çizmeyi başaran, tek başına dimdik ayakta duran bir film. “Planet of the Apes” serisinden tanıdığımız yönetmen Matt Reeves’in Batman’i her an yolunu kaybedebilecek gibi duran, gayet kırılgan, içe kapanık ve asi. Gotham şehri ise her daim ıslak ve kasvetli. Güneşi gördüğünde bile zifiri karanlıktan kızıla dönüşerek devamlı asit yağmurları yiyen, suç örgütlerinin kaynadığı, siyasetçilerle kolkola gezdiği, dünyanın bütün kirli ve tekinsiz büyük şehirlerini temsil ediyor bir nev-i. Multimilyarder Bruce Wayne de gotik kulesinde partiler veren bir playboya değil, bu şehrin insanları gibi yolunu kaybetmiş kırık bir ruha evriliyor.
Zekice Göndermelerle Bezenmiş Stilize Bir Kara Film
Filmin ana kötüsü olan The Riddler büyük ses getiren cinayetlerine devam ederken, Bruce Wayne ve polis şefi James Gordon onun ardında bıraktığı bilmeceleri çözmeye çalışıyorlar. Gotham City’de büyük bir mafya örgütü çökertilmiş ancak şehir bir türlü rahatlamamıştır, zira bu sefer de Oz ve Carmine Falcone gibi başka mafya babaları devasa bir suç örgütü haline gelerek Gotham’ın tepesine çökmüşlerdir. Bu esnada Batman gibi intikam hissiyle dolu bir başka kişi vardır, o da sonradan Cat Woman’a dönüşecek olan Selina Kyle.
Matt Reeves tıpkı bir Raymond Chandler romanı uyarlıyormuş gibi, en civcivli zamanlarını 40lı yıllar ve 50lerin ortalarına kadar yaşamış, ardından 60lardan itibaren neo-noir olarak yeniden ivme kazanan film-noir, yani kara filmin, cyberpunk estetikli en son örneğini bizlere sunuyor. Neo-noir derken iki büyük klasik ve türün gidişatına yön veren Chinatown ve The Parallax View‘den söz etmemek olmaz. Gotham şehri bu iki filmdeki Los Angeles gibi, o kadar çürümüştür ki Gothamtown desek yeridir.
Noir’ın cyber punk ile buluşmasına gelirsek tabii ki Blade Runner ile başlayıp, Dark City ve Matrix estetiğinden bahsetmek kaçınılmaz. The Batman’de de bu stilize yaklaşım bir hayli mevcut. Sadece Matrix değil, filmde büyük oranda Se7en ve Zodiac ile David Fincher etkisi ve hatta Saw serisinin ruhu mevcut. Bu göndermeler özellikle sinemaseverlerin hem aşina olduğu hem de merak etmekten kendilerini alıkoyamadıkları bir olay örgüsü ve görsellik sunuyor. Hatta senaryoda (ve görüntü yönetmenliğinde) Se7en etkisi öyle büyük ki, sonunda The Riddler’in şüpheli bir karton kutuyu pat! diye Batman ve polis şefi Gordon’ın önüne bırakmasını beklemedim değil.
Unutulan Köklere Dönüş
Batman’in kökeni aslında ilk kez 1939 yılında Detective Comics’de görünmesine dayanıyor. Yani işin özünde o aslında bir dedektif, hem de lakabı “dünyanın en iyi dedektifi.” Ve dünyanın en iyi dedektifi en karanlık yorumuyla karşımızda. Bu yüzden Matt Reeves’in bu kadar devrimsel bir Batman filmi yaparken, karakterin unutulmaya yüz tutmuş bir özelliğine tutunması anlaşılır bir şey. Bir nev-i Batman baştan tanımlanıyor diyebiliriz ve bunu filmde asla Batman mahlasını kullanmadan yapması da çok manidar. Bruce Wayne’in asıl kimliği The Batman’i benimsemesinden önce bir tür doğum sancısı onunki. O bir intikamcı ve sessiz duruşunun altında büyük bir isyankar, ancak kendisini tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi için önce ezici duygulardan arınması gerekiyor. Yolunu kesen geçmişinden kurtulması gerekiyor. Tıpkı filmin atmosferik müziğine besteci Michael Giachinno’nun ustaca yerleştirdiği ve izleyiciyi beklemediği bir anda yakalayan Nirvana eseri “Something in the Way” de Kurt Cobain’in bezgin sesiyle söylediği gibi. Bir neslin sessiz çığlığı ve peygamberi olan ozan Cobain, Bruce Wayne’in depresif ve isyankar doğasına cuk oturuyor. Zaten Matt Reeves Bruce Wayne’i Kurt Cobain’in “persona”sına dayandırdığını ve Cobain’in son günlerinden esinlenen “The Last Days” filminden ilham aldığını açık açık söylüyor. Bu arada, filmin müziğinde western janrının tınıları da mevcut. Batman’in yalnız kovboyluğunu ve karanlıklardan çıkmadan önce duyulan, sanki bir kovboyun mahmuz seslerini andıran ayak seslerini tamamlayan bir tını bu.
Filmin sinematografisi gerçekten son derece etkileyici, yenilikçi ve Greg Frasier’a ait. Frasier son olarak Dune ile karşımıza çıkmıştı. Noir estetiği dendiğinde akla duvarlara yansıyan gölgeler, alçak ışık, loş odalar, neonlar ve karakterleri devasalaştıran ya da küçülten kamera oyunları gelir. Batman tüm bu özellikleriyle ve dış sesin de kullanılmasıyla tam bir noir. Ancak en önemlisi belki de yönetmenin kimi yerde, seyirci bir sanal gerçeklik içindeymişçesine kamerayı kullanma kararı. Bu simülasyona dahil olma hissi izleyicinin karakterlerin gözünden görmesini sağlarken, gerçeklik ve gerilim duygusunu pekiştiriyor. Öte yandan, The Riddler’ın bilmeceleri üstüne izleyicinin de kafa yorması için resmen alan bırakıyor, zaman tanıyor.
Kötülerden Kötü Beğen
Robert Pattinson ile belki de ilk kez bu kadar depresif bir Batman var karşımızda. Bruce Wayne duruyor, düşünüyor, az ve öz konuşuyor, nerdeyse hiç gülmüyor ve kendisine “İntikam” diyor. O hiç de şaşaalı görünmeyen gotik şatosunda, içedönük hayatını sürdüren, teknoloji kurdu bir tür Neo. Pattinson Batman’in zincirlerini kırmaya giden sancılı sürecini yansıtmakta çok başarılı, ve Michael Keaton ve Christian Bale’den sonra Batman’e en çok yakışan isim. Zoe Kravitz ile kimyaları ise müthiş tutmuş. Eğer Bruce Wayne bu neo-noir’ın çetin dedektifi ise, Selina da onun kafasını karıştıran, hislerini allak bullak eden mükemmel bir femme-fatale.
Sadık dost ve artık Bruce’un ailesi olan Alfred rolünde Andy Serkis’i görmek çok keyifli ancak Falcone rolünde usta oyuncu John Turturro’ya bir kez daha hayran olmamak elde değil. Turturro kaypaklığı da güvenilmezliği de masumiyeti de çok iyi oynayabilen bir aktör. Peki ya Oz (geleceğin Pengueni) rolünde tanınmaz Colin Farrell’a ne demeli? Açıkçası filmden akılda kalan en çok da onun komik replikleri oldu bende. Zaten filmin mizah unsuru da Oz ile sınırlı denebilir. Paul Dano’ya gelince, kendisinin bebek suratlı psikopatları mükemmel bir şekilde oynayabilme gibi bir yeteneği var, malum. Burada da farklı değil. Açıkçası The Riddler rolünde, filmde senatörü oynayan Peter Sarsgaard‘ı da hayal etmedim değil. Zira kendisi en az Paul Dano kadar tekinsiz ve ürkütücü karakterleri oynamakta tam bir usta. Evet bu filmde bir hayli kötü var ancak yine de hiçbiri, oyunculuklar da ne kadar muhteşem olursa olsun, Batman’den rol çalacak kadar öne çıkmıyor, daha doğrusu çıkartılmıyor. Bunun da gayet iyi bir seçim olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak, The Dark Knight ile yakalanan grotesk atmosfer The Batman ile arşa çıkıyor. Sadece filmin en iyi görsellerinden biriyle son bulmasına rağmen neden o kadar uzun sürdüğü meçhul olan arabayla kovalamaca sahnesi ve sonuna doğru romantizm sosunun biraz fazlaya kaçması dışında elde sapasağlam ve önceki versiyonlarından bağımsız dimdik ayakta duran bir Batman filmi var. Devamının gelecek olması da çok sevindirici.