24.07.2016
The Village
Korkunun Gücü
1999’da çektiği “The Sixth Sense” ve 2000’de çektiği “Unbreakable” filmleriyle bir anda dünya çapında tanınan bir yönetmene dönüşen M. Night Shyamalan’ın bu kredisini iyi kullandığını söylemek pek de mümkün değil. Büyük başarı getiren bu iki filmden sonra çektiği İşaretler filmi gişe başarısı getirse de yönetmenin hayranları ve sinema dünyası tarafından hayal kırıklığı olarak görüldü. Kariyerinin devamında çektiği her filmde biraz daha dibi gören yönetmenin son kalburüstü filmi olarak The Village’i göstermek yanlış olmaz.
The Village, 19. Yüzyılın sonlarında geçtiği düşünülen, kendini dış dünyadan soyutlamış mutlu ve huzurlu bir kasabanın hikâyesini anlatır. Kasabayı çevreleyen ormanda yaratıklar, bu yaratıklarla kasaba halkı arasında da garip bir anlaşma vardır. Halk kasabayı terk edip ormana ayak basmadıkça yaratıklar onları rahat bırakacaktır. Anlaşmanın bozulması bu düzen ve monotonluğun sonunu getirir. Reklamını ve türünü “korku” üzerinden tanımlasa da aslında bir korku filminden çok korkunun gücünü anlatan politik bir gerilim filmi.
Masumiyeti, tehlikeden uzak ve mutlu yaşamayı gündelik yaşamdan izole şekilde kendi ütopyalarını yaratarak koruyabileceklerini inanan bir grup insan. Alışılagelmiş ütopyalardan farklı olarak gelecek yerine geçmişe dönük ve oldukça muhafazakâr bir ütopya. Bu ütopyanın sürekliliğini sağlamanın yolu da korkudur. Düzene karşı gelinmesi uzun süre böyle engellenir. Her ne kadar türlü engeller koyulsa da (yaratıklar, yaratıklarla yapılan anlaşma, uyulması gereken kurallar, uğursuz renkler…) bu sağlam ütopyayı yıkan şey insan, korkuyu yenen cesaretin kaynağı ise sevgidir. Kör birinin ormanda tek başına kaldığı çaresiz durumdançıkaran sevgi ve inançtır. Akli dengesi bozuk birinin kıskançlık sebebiyle masum gözüken köyde ilk suçu işlemesi de var olan hiçbir toplumun günahsız, hiçbir sistemin kusursuz olamayacağını gösterir. Kasabadan çıkınca kendisine yardım eden insana “ben böyle bir insanla karşılaşacağımı ummuyordum.” demesiyle dışarıda da iyi insanların olduğu vurgusu yapılsa da hemen ardında radyodaki kaza vb. haberler ve gazetedeki manşetler dış dünyanın karmaşasını gösterir. Filmi birçok açıdan okumak mümkün. Amerika’nın 9/11 sendromu ve içe kapanışı, komünizm, Orta Çağ’daki skolâstik düşünce yapısı, totaliter rejimlerin kendini koruma mekanizması… The Village, içinde tüm bu alt metinleri barındırır ve tek biriyle açıklamak sığ bir yorum olur. “Kötü renk” olarak addedilen kırmızının kanı ya da komünizmi temsil etmesi de yoruma açık. Köyü koruyan güvenlik şirketinin adı olan Walker’ın filmde birçok yerde karşımıza çıkması ve Ivy karakterinin soyadının da Walker olması hoş bir ayrıntı. Bu Walker’dan George W. Bush çıkarımı yapanlar da var ama bu ne kadar zorlama bir yorum tartışılır.
The Village, kırmızı ve sarı ağırlıklı temasıyla sinematografik açıdan da oldukça doyurucu. Filmin başında kırmızı rengin ne anlama geldiğini bilmeden çıkan kırmızı renkteki çiçeği kızların toprağa gömmesi ve bıçaklanma sahnesi buna örnek… Bu sinematografi ve gerilim James Newton Howard’ın müzikleriyle birleşince ortaya oldukça etkili bir film çıkıyor. Bryce Dallas Howard (kör Ivy Walker), Joaquin Phoenix (anlaşmayı bozan Lucius Hunt) ve Adrien Brody’nin (deli Noah Percy) oyunculuklarıysa filmin en güçlü yönü. Korku filmi havasıyla pazarlanan, klasik sürprizini ortalarda yapıp sonra durağanlaşan bir film olsa da Shyamalan’ın son başarılı filmi The Village.