30.05.2017

Modern Klasikler: Üç Renk Mavi

“Söylediğim her şeyi mavi odaya kaldırdınız mı?”

Duygularını öznesi olduğu öykülerde yeterince haykıramayan, haykırsa bile bu duyguları mümkün olan en donuk ilkelerde soluyan bir kadın Juliette Binoche. Onun sahip aldığı yaşantılarda hazlar çığırtkan ya da sessiz değildir. Onu takip eden başta gölgesi olmak üzere sizli, bizli çıldırsakta o devinimli zamanın kırbacı altında ne bağırandır ne de susan. İpin sahip olduğu iki gergin uçta, o hep en orta noktayı bulur ve geriye de ileriye de atlamaktan ehemmiyetle kaçınır. Kısacası çığlık attığında duyulmak, sessiz kaldığında çıldırmaktan korkan bir kadın.

Azı karar, çoğun zarar diyen Binoche’nin hikayesini tuvale aktaran bu kez Polonyalı yönetmen Kieslowski olur. Öncesi ve sonrası olmayan yönetmenler arasına ismini kolayca yazabileceğimiz Kieslowski’nin, ölümünden iki yıl önce tamamladığı üç renk, bu bağlamda beyazperdenin modern klasikleri arasında hatırı sayılır bir öneme sahip. Tıpkı kendinden sonra gelecek öykülerde olduğu gibi üçlemenin ilk filminde de bir kadın öyküsü gibi algılanabilecek temel bir yapı üzerinden usul usul yürümeye başlarız.

Hikayeyi çok katmanlı yapısı içinde daha kolay nitelendirmek adına temel olarak iki parçaya ayırmamız mümkün. İlk bölüm, Julie de Courcy (Juliette Binoche)’nin bir trafik kazası ile çoğul birliktelikten  tikel bir bireye geçiş yaptığı ve eşinin yok ettiğini düşündüğü ancak notalarının aslında yok olmadığını fark ettiği sekansın arasında kalan kısım. İkinci bölüm ise karakterin kaçmaya çalıştığı ancak kaçmaktan çok arasına sıkıştığı süreci kabullendiği ve ilk bölümün yoğunluğundan beraat ettiği kısım. Bu bölüm ise birinci bölüm ile geride bıraktığımız notaların keşfi ile başlayan ve Julie’in var olan eğrileri kabullendiği ve kaçmaktan ziyade olanı olduğu gibi kabullendiği kısım ile paraflanıyor. Hikayeyi ve pek tabi filmi temel olarak ayırdığımız bu iki temel çizgi birbirinden büsbütün yahut yekpare ayrılan ve aralarında radikal bir bölünmüşlük olan yapıdan çok birbiri arasında eriyen bir formda.

1.BÖLÜM:

Arabadan Sızan Renkli Top

Hemen hemen kaza sekansı ile başlayan hikâyede, aracın içinde ne olup ne bittiğini görmeden tek bir şeyle karşılaşırız: Bir renkli top arabadan öylesine süzülüverir. Böylesine bilinmez ve kaotik bir süreçte, bu kaotik sürecin dışına kaçan ve var olmaya devam eden şeydir renkli top; çocukluğun ve çocuklukla birlikte devam eden umudun. Kaybolduğuna inandığı umudunu ve bunu beslediği bedenini yok etme girişiminde bulunan Julie, buna cesaret edemez ve uğurlanmakta olan eşi ve çocuğuna uzaktan bakar; bir tv ekranından.

Hastaneden ayrıldıktan sonra karakterin ilk işi birlikte yaşadığı insanlarla artık birlikteliğini paylaşamayacağına inandığı evini boşaltmak olur. Daha evvelinde karşımıza çıkan, bizi bize en gerçek halimizle gösteren mavi aynalar, ışığı ve ışığın getirdiklerini kıran mavi perdeler ve eşinin (kendinin) biriktirdiği nota dökümleriyle birlikte yine “mavi” ve maviye ait olan her şey tek bir yerde değil, artık her yerdedir. Üstelik sadece kapı arasından, pencere kenarından sızmakla kalmaz. Akabinde tamda bu esnalarda karakterin kendini kaybettiğini ona söyleyen birileri vardır. Evin yardımcılarından biri sessizce mutfakta ağlamaktadır. Buna evin bireylerinin olağan üzüntüsü ile doğal bir süreç olarak baksak da durum  Julie’nin yaklaşıp yardımcısına ağlama sebebini sormasıyla bozulur:

Neden ağlıyorsun?

-Çünkü; siz ağlamıyorsunuz.

İzleyicinin hikâye boyunca fark ettiği gerçekliği bu kez öykünün içinden birileri haykırır. Olmaması gereken bir durumdur bu. Lakin Julie bu duruma umursamaz hal ve tavrını korumaya devam eder. Evin piyano salonunda doğrudan kapatmaya korktuğu piyanoyu parmağının ucuyla kapatarak “aslında istemeden oldu” söyleminin bir nevi eylemsel halini sunar. Kapanan piyano ve piyanodan akan seslerin ardından elinde taşıdığı tek çantayla hızla evden uzaklaşan karakter acı çekmesi gerektiğini biliyor olsa gerek, bu edimi de kendine en acı yoldan olması gereken bir oluş olarak değil, zoraki bir edimle gerçekleştirir. Geride bıraktığı evini bitiş noktası olan köşeye duvara kadar yine aynı evi kapalı kutu misali çevreleyen duvarlarına elini sürte sürte bitirir.  Geride bırakmak için çabaladığı bu evde, evinde kalan yatağına çantasına döker ve içinde fark ettiği mavi şekeri büyük bir iştahla değil, büyük bir tüketme ve bitirme arzusuyla yer. Çantanın içinden yatağa taşan ufak çaplı objeler karakterin genel hava içerisinde görmeye mecbur olduğu yalnızlığına bir yenisini daha ekler: taşıması zorunlu olan şey/şeyler. Fırlayan bu nesneler arasında hiç açılmadığına kanaat getirdiğimiz lotus markalı bir peçete, karakterin açmaya bile elinin varmadığı “saf ruh” kavramına işarettir. Ruhu ve zihni oldukça karmaşık haldeki Julie, yine bu yatakta son bir kez sevişmek üzere başka bir virtüöz olan Olivier’i (Benoît Régent) çağırır ve alışılagelen ön sevişme yahut haz fihristini hiç karıştırmadan soyunuk halde bu amacını bir an önce gerçekleştirmek ister. Amacı geride bıraktığı ev ile birlikte haz yolculuğunun da üzerine kapıları kilitlemektir.

“Apartmanda Çocuk Olmamalı”

Yeni bir yaşantı için hızla tırmandığı metro ya da alt geçidin çıkışı, çıkışa istiflenen çiçekçiler ve bu çiçeklere kucak açmış olan eczaneye bakmaktadır Julie için. Pek tabii bu anın anatomisi içinde tek hedefi amaca yoğunlaşmak olduğundan yeni geldiği veya bedenini kozmogonik olarak çıkardığı bu seyahatte hayatın süreç içinde yaraları hızla saran ve sonsuzluk ilkesini devam ettiren matematiğinden habersizdir. Girdiği ilk emlakçıda bir ev aradığını belirtir ancak bir şartı vardır: Apartmanda çocuk olmamalı.

Bir an gaflete düştüğünü fark etmiş olsa gerek emlakçının açtığı kayıtta hemen eşinin soyadından sıyrılmak ister ve emlakçıya kızlık soyadını not düşmesini söyler. Açtığı ve arasına ayraç koyduğu ‘ben artık tekilim’ ibaresiyle dolaşan karakter, tuttuğu evi hiç vakit kaybetmeden keşfe koyulur ve kısa süren bu keşfin ardından oturma odasına yanında getirdiği tek eşyayı, mavi boncuklu lambayı tavandan sarkıtır; sanki ona dokunacakmış gibi. Her şeyi yerli yerine vidalamış olduğuna inanan Julie, bir kafeye gider ve siparişini yudumlayacağı esnada kaçamayacağı şeylere bir yenisini daha ekler: Sokağın karşısında bir adam flütüyle tanıdık bir parçayı çalmaktadır. Peki ama bu parçayı nerden bilmektedir?

Sekans analizi açısından bakıldığında hemen hemen her sekansı incelemeye ve masaya yatırılmaya müsait olan filmde belki de koca bir öyküye sıkışan anlatı tek bir sekansla bize özetini sunar. Karakterin bir bankta oturduğu ve gözlerini hafifçe kapatıp, reel evrenin dışına bir süreliğine gezintiye çıktığı esnada kapadığı gözlerinin karşısında olup bitenler. Bir çocuğun hızla tellerin dışına kaçtığı esnada yaşlı bir kadın yavaş yavaş yürümektedir. Oldukça kısa bir mesafenin ardından çantasından çıkardığı şişeyi geri dönüşüm kutusu türevi bir alana bırakan kadın geri döner ve dış evrende gelişen kısa süreli drama böylece son bulur. Karakter gözlerini açar. Yukarıda az evvel bahsini geçirdiğimiz dönüşüm içinde devamlılığını koruyan kısa lakin çok kapsamlı bir andır bu. İçerde ve dışarda gelişen, haberli yahut habersiz yanı başımızda akan ve nereye gittiğini hiç kestiremediğimiz nehrin hikâyesi gibidir bahsettiğimiz bu an.

“Şimdi Öksürün Bakalım”

Hastaneye rutin bir kontrole gittiği sırada Julie’nin doktoru bir gencin onu aradığını söyler. Bu genç hikayenin en başında dahi olan ve nitekim tanrısal bir perspektifle olan biteni (kazayı) gözleyen bir profildedir. Julie ile buluştuktan sonra ona teslim edeceği şeyin ne olduğunu öğreniriz. Kaza esnasında karakterin boynundan kopan bir haçtır bu. Kopup fırlamasa bile hiçbir koruyuculuğuna inanmadığı her halinden belli olan karakter, zaten bunu koparıp atacağını hissettirmektedir. Onu emanet olarak saklayan gence verir Julie. Aralarında geçen muhabbette misafir bir soru sorar. Eşinin ölmeden önce sayıkladığı bir şey üzerine. Bunun üzerine Julie eşinin yolculuk esnasında onlara anlattığı kısa öyküyü anlatır. Öykü bir hasta ve doktor arasında geçmekte. Hasta öksürmekte doktor ise ona müshil vermektedir. Doktor bunun müshil olduğunu söyler ve öykü doktorun şimdi öksürün bakalım demesiyle son bulur. Julie son olarak ekler: Eşi kazadan önce bu masalın sonunu onlara iki kez anlatmıştır.

Filmsel anlatının sonlarına doğru kaçamadığı yalnızlık ve umut kavramının karakterin gözüne gözüne sokulduğu anlara şahit oluruz. Karakterin evinin bir odasında fare yavrular, Julie çözümü komşu kedi ile halleder. O bahsini geçirdiğimiz havuzda bir yüzme seansında ansızın havuz küçük çocuklarla dolar. Peki çocuklar için bir kedi bulunabilir mi?

Öykünün bu kısmında Julie’nin geçmişini unutmak ve birilerinden ona aslında olduğu kişi olmadığını söylemesini bilmek istermişçesine koşar adım gittiği “anne” figürüyle karşılarız. Julie’in annesi alzheimerdır ve bir klinikte kalmaktadır. Hikâye boyunca Julie’in uğradığı iki ziyaretten birinde annesi televizyonda yaşlı bir adamın bungee jumping deneyimini izlerken ikinci ziyarette bu kez çubuk üzerinde dengede durma vardır. Her ikisi de Julie’ye tek bir şey söyler: Zamanın hızla gelen ve engel olunamayan akışkanlığı.

2.BÖLÜM:

“Sona Bu Bölümü Ekleyelim”

Karakterin bir kapıda kalma süreci esnasında izleyici olarak tanıştığı alt komşusu erotik temalı bir kulüpte insanları eğlendirmektedir. Apartmandan imza toplanıp da bu komşuyu evden çıkarma girişimine yanaşmayan Julie ile komşu arasında bir arkadaşlık başlar. Bir gece Julie’yi çalıştığı kulübe çağıran genç kadın içine düştüğü sıkıntılı süreçten kurtulmak için Julie’den destek görmek için onu aramıştır. Aradığı huzuru ve dinginliği edindiği esnada, tesadüf bu ya, Julie televizyonda kendini görür. Olivier’in basına sızdırdığı fotoğraflardan ziyade bestelere odaklanan karakter, karaktere yeni bir öncül daha ekler: Sevgiyi paylaşabilir ama biricikliğine inandığı bestelerini asla. Fotoğraflar aracılığıyla eşinin sevgilisiyle tanışır. Bir bebek bekleyen genç avukat, geleceği taşıdığı karnı ve boynundaki kolyesiyle Julie’in uzaklaşma girişiminde bulunduğu her şeyin yekpare toplandığı bir heykel gibidir. Ondan nefret edeceğine inanan (çünkü hep böyledir) genç anne bu tip bir yaptırımla karşılaşmadığı gibi nefret eylemi de görmez. Paralel akışta Olivier ile görüşen Julie onun müziğe olan inancıyla ve bitmek bilmeyen hatta aksine yanı başında bitiveren “yalnızlığıyla baş başa kalamama” ya da Kieslowski’nin adını koyduğu şekliyle maviyle olan derdini rafa kaldırır ve müziğin, tamamlaması gereken müziğin notalarına kendini bırakır.

Ozan Karakoç’un 2008 tarihli “Sinemada Renk Olgusu: Ölümsüz” başlıklı tezinde maviye ayırdığı bölümde mavinin sadece alanı ya da ortamı değil, karakteri de soluklaştırdığını ve silikleştirdiğini dile getiriyor. Bu bağlamda hikâye boyunca gözlemlediğimiz silikleşen yapı sadece mekânlar olmaz; gözleri dolan lakin ağlamayan sadece hikâyenin başında ve sonunda gözünden yaş gelen Julie’nin ta kendisi olur.