29.05.2017

Everything Will Be Fine: Geçmişin Kara Bulutları

Sinema bazen bir hikâye üzerinden ilerler. Bazen sadece konsept odaklıdır, film atmosfere sırtını dayamayı tercih eder. Belirlenen temalar eşliğinde gücünü yakaladığı anlardan anlamaya özen gösterir. Bu tip sinemanın en önemli temsilcilerinden Wim Wenders, bir İskandinav hikâyesini kendi anlatımına oturtmaya çalışıyor. Bunu yaparken, Hollywood’un tanınmış oyuncularına bel bağlıyor.

Everything Will Be Fine” yani Her Şey İyi Olacak’ın konusuna bir bakalım: Tomas Elden tıkanmaya başlamış bir yazardır. Hayatındaki hiçbir şey düzgün gitmemektedir. Gönül ilişkisinde çuvallarken, yazma yetisini kaybetmeye başlamıştır. Parasızlık, kalabalığa karışamama, kendi içindeki boşluklar onu hayattan uzaklaştırıyordur. Ancak bir gün bir kaza olur ve bu kaza sonucunda bir çocuk ölür. Tomas’ın mücadele etmesi gereken bir de vicdan muhasebesi ortaya çıkar. Fakat bu olaydan sonra Tomas’ın hayatı farklı bir çizgide değişmeye başlayacaktır.

Wim Wenders’in filmlerinde çokça kullandığı arınma, vicdan, varoluşçuluk gibi temaların tamamı bu filmin içinde de varlığını sürdürüyor. Öyle ki filmin içinde anlam veremediğimiz bir ruhani atmosfer tüm filmin köklerine doğru bir kanser gibi yayılır. Affetme, kendini bulmak gibi diğer temalar da bu duruma eşlik ederler.

Tomas’ın içinde bulunduğu durum içsel bir yolculuğun görüntülere aktarılmış bir hali gibi vücudunuzun ağırlaşmasına neden olur. Çünkü kötü bir trajedinin ardından, iyice dibe vuran bir karakterin, bu kötü olay sayesinde iyileşmesine tanıklık ederiz. Onun iyileşmesi, kötü zamanlarında yanında olan insanlar için biraz can acıtıcı hale gelir. Çünkü onlar onun çilesini çekmiş, başka insanlar ise ödülü kapmışlardır. Psikolojik olarak insanın ne kadar iyi düşünse de ister istemez bir kıskançlık haline bürünmesi, geçmişten kaynaklanan bir öfkenin cereyan etmesine neden olur.

Film, bazı noktalarda tekinsiz bir havaya bürünerek, Haneke sinemasına benzer dokunuşlar yaparak izleyiciyi diken üstünde oturtmayı deniyor. Fakat Wenders, Haneke kadar gaddar olamadığından bu olayı daha pozitif bir doğrultuda ele alıyor. İnsanın arınma sürecindeki zorluklarını, beklenmedik şekilde düzelmesini bir hikâye anlatır gibi değil, bir bulmacanın içinde kaybolmuş havasında anlatmayı tercih ediyor. Bunun nedeni hikâyenin nedenler sunması değildir, arayıştaki ruhun kendine göre bir cevap bulup bulmadığı gerçeğini kabullenmesidir. Wim Wenders bunu daha önemli gördüğünden bu rotaya sapıyor.

Filmin oyuncularından James Franco nasıl olduysa, yine kendine göre kabız bir rolün içine hapsolmayı tercih etmiş. Klasik psikolojik sorunları olan ama her nasılsa bu sorunlarla yaşamayı motive edici bulan bir karakteri canlandırırken belli ki keyif almış. Fakat aynı şeyi seyirci için söylemek pek de mümkün değil. Çünkü karakter bir kapanın içinde sıkıştığından ne bir gelişim gösteriyor, ne de bir yenilik sunuyor. Başta nasılsa, sonda da aynı durumda yerini alıyor. Sadece zamanla başarılar sonucunda konumu değişiyor.

Öteki yandan Rachel McAdams’ın canlandırdığı karakter bana kalırsa daha gizemli bir karakter olarak öne çıkıyor. Film boyunca saplandığı bataklıktan kurtulmaya çalışmayan bir kadına hayat veriyor. Mazoşist derecede sonunu bildiği halde Tomas’tan kopamıyor. Bu tip örnekler aslında gerçek hayata daha yakın insanlara benziyorlar. Düşünsenize sırf belli bir noktaya geldiği için hayatına yeni bir şekil vermek istemeyen ne kadar çok insan var hayatımızda. İşte bu karakter onları temsil ediyor. Bu yüzden de bana kalırsa filmin en dokunaklı hamlelerinden birini temsil ediyor. Özellikle filmin sonlarına doğru bu karakterin dışa vurumu filmin özel anlarından biri olarak akılda kalıcı bir hale geliyor.

Filmin bir diğer karakteri de oğlu ölen anneyi canlandıran Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı karakter. Gainsbourg’un nasıl oluyorsa, filmografisinde tonla bu karaktere benzer karakter koleksiyonu bulunuyor. Hepsi bunalımlı, melankolik, bir boşluk içerisinde bulunuyor. Bu karakter de aynı şekilde böyle varlığını sürdürüyor. Ancak dinin verdiği avantajlardan biri bu karakterin affedici olmasına olanak tanıyor. Böylece bunca felakete uğrayan bir karakterin yapacağının aksine bağışlayıcı bir auraya sahip oluyor. Hatta bir sahnede, çocuğunun ölmesine sebep olan adamı suçlamak yerine okuduğu kitabın yazarı Faulkner’ı suçluyor. Bu kadar iyi yazmasıydı, şu an oğlum yaşıyor olacaktı diyerek kendini avutuyor. Tabii her insanın sınırları olduğundan, affettiği adamın yükselişinden nem kaparak ona karşı bastırılan kini zaman zaman dışa vuruluyor.

Göze çarpan iki noktaya da değinmeden edemeyeceğim. Biri filmin müziklerini yapan Alexandre Desplat’ın filmi ayakta tutan muhteşem müzikleri, diğeri de filmin tatmin etmeyen finali. Biri ne kadar iyiyse, diğeri de o kadar kötü olarak zihinde yer ediniyor. Filmin atmosferini kendi başına organize eden müzikler filmin adeta kan pompası gibiyken, filmin finali biraz sığ kalıyor. Sanki kolaya kaçmış gibi görünüyor. Tıpkı filmin içindeki yazar Tomas’ın bir kitabının finalini anlattığında, küçük kızın söylediği kolaycılık atıfı gibi film istemeden de olsa kendi notunu veriyor.

Sonuç olarak içinde bulunduğu ruh hali nedeniyle film bir arayış içerisinde seyirciye ulaşmaya çalışıyor. Fakat film arayışını sonlandırmadığı için ne hikâye anlamında bir uzlaşmaya varıyor ne de sinematografi anlamında bir bütünlük taşıyor. Wim Wenders daha önceki filmlerinde yaşattığı etkiyi bu filmde yaratamıyor. Film ritm olarak hantal, kurgu anlamında da savruk kalıyor. Bu da filmin adındaki ironi gibi filmin içine işliyor. Her şeyin düzelmesini beklemek hayalperestlik olur. Film ortalama bir film olduğundan belli bir seviyenin altına inmese de üst sınırlara da çıkamıyor. Bu yüzden de Wenders’in kariyerinde sıkışıp kalmış filmlerden birine dönüşüyor.