24.11.2016
Karakter Mutfağı: Emre Öğretmen
“Erê yok, Evet var!”
Tarihin dününde, bugününde ve yarınında unutulan bir gerçeklik var. Bu gerçeklik, birlikte yaşadığımız yahut yaşanılan insanların kimliğine kazımak istediğimiz ve silinmesini dahi istemediğimiz, hatta tahammül edemediğimiz bir tebeşir izi gibi. Adına gerçeklik dedik. Gerçekliğin zamana ilmek ilmek yayıldığı hakikat olgusunun altında hemen hemen her idealizede, aynanın görmediği kısmında yatan bir başka nosyon daha var: Ayıp. Olmaması gerekeni oldurduğumuz, sanki öyle olması mutebermiş de doğru olan istikametten şaşmış ya da uzaklaşmış olana o doğruluğu biz çizmişiz anlayışıyla yaklaştığımız, sınırlarını kendi çizdiğimiz bir kavram bu. Çizilmiş bu sınırlarda bir de değişken bir kravat takarız aynı olguya. Zamandan kumaşını, mekândan rengini alan bir kravat. Bozulan ya da altı azıcık aşındırılıp gün yüzüne çıkarılan kavramda, yüklediğimiz nedensellikten paydanın büyük kısmını ona itelemek için vardır kravat. O bozuktur, o sebep olmuştur ya da bilinen kestirme tabiriyle şartlar bunu gerektirmiştir hep.
Bavullardır; seyahatçinin, gezginin peşi sıra gölgesiyle el ele yürüyen. Yolculuğun başladığı ve bittiği noktanın hep ortasındadırlar; kenarında ya da ucunda değil. Gezginin olduğu kadar göçebenin, göçebenin olduğu kadar sığınmacının yol arkadaşıdır. Çoğu kez kötü bir yol arkadaşıdır, açık kapının görünmeyen duvarından içten içe gülen. Ancak içlerinde bazıları vardır ne güler ne ağlar. Sadece içine biriktirdiklerini saklar, muhafaza eder, sesini çıkarmadan olan biteni seyreder. Ötelenen gerçekliği değil artık doğruluğu seyreder. Sonrada uzaklaşacağı günü bekler durur. Zira en kestirme cevap gibi yine en kestirme edimdir uzaklaşmak; olan biteni ardı sıra bırakmak. Tıpkı Demirci köyünün Emre öğretmeni gibi. Karakter Mutfağı’na peşi sıra taşıdığı küçük kara bavuluyla girdi. İçinde taşıdıkları öteki konuklardan biraz farklıydı sadece.
Türkiye’de yaşamak ve Türk olmak kavramının herkesi kapsadığına ve sınırlar içinde kalan her sesin tek bir sese tekabül ettiğine inanan, dahası buna inanmış bir öğretmen o. Görevine çıktığı andan itibaren kendini bekleyen durumla, kendi yöntemleriyle başa çıkma yoluna başvuran bir adam. Onun kendine biçtiği bu rol aslında bir milletin yarattığı o tek ve yekpare millet olma ütopyasında yaşayan varlığın sesinden bir ton. Bir öğretmene yüklenen, yerine getirmesi elzem olan bir ton.
“Yaz tatilinde bu dili sakın unutmayın”
İki insanın anlaşabilmesinin tek ve yegâne yolu dil kavramı. Olabildiğince çeşitlilik gösteren bu canlı varlığın harekete geçmesinde belki de en bilindik yoldur konuşma dili. Bunun dışında anlaşabilmek mümkün müdür; evet pek tabii mümkündür. Ancak işin romantik kısmını bir kenara koyduğumuzda başat olan konuşma dili bizim ve Emre öğretmenin öznesi durumunda. Ana dili Kürtçe olan küçük öğrencileriyle anlaşmanın ve onlara bir şeyler öğretmenin ötesinde bir başka yola ayrılır onun didaktizmi: Türk olmayana er ya da geç Türk olması gerektiğini hatırlatmak. Öyle ya: “Ne mutlu Türküm diyene” ya da var olan bu öğretiler ne içindir? Bu bağlamda onun yüzünü kızartan anlaşmak adı altında temellenen dil olgusu anlaşmanın çok uzağındadır. Şüphesiz bir öğrencinin tuvalet ihtiyacı için değildir bahsi geçen şey. İzni doğru telaffuz edemediği takdirde altına yapması gerekmez mi?
Bir başka açıdan, öğretenden çok öğretmen argümanı altından bağıran efendi – köle ilişkisinin bir yansımasıdır Emre öğretmen. Hâlâ süregelmekle beraber, yıllarca altında ezildiğimiz ve bize bir hayat simülasyonu sunan kişiler: öğretmenler. Ya da bunu değiştirirsek, öğretenden çok emreden. Onun bilgisini sınayamadığınız gibi antitezle karşısına çıkamaz ya da en basit haliyle itiraz edemezsiniz. Yanlış bilinen bir doğruyu ya da boş verin, doğruluğundan ziyade akışına dahi inanmadığınız bir şeyi kabul etmek zorundasınız. Çünkü o öğretmen ağzından, üstü perdeli bir otorite figüründen fırlamıştır. Doğrusu da yanlışı da bir gerçekliğin ürünüdür; susmalı ve oturmalısın. Elini öpmeli, belini bağlayamadığın saygı kavramını yerine getirmelisin. Aksi halde seni tek ayak üzerinde cezalandırır.
İlk okumada Emre öğretmenin tutumundan çıkan bir yargının uzandığı ikinci boyut ve aslında temel olan buut ise efendi olan birileri ve himaye altına almaya çalıştığı, dahası aldığı insanlar. Duvara sağlamca çivilenen tek ulus, tek millet algısının yaşaması için şarttır bu malzemeler. Ana dilin dışında kalan yabancı bir dilin kralı tahttan indirip oturması boşuna değil; iki dilin kaşınması gereken yarası öyle boşuna hiç değil. Küçük Zilkif’in adını Zülküf yerine Zilkif diye telaffuz etmesidir en başta değindiğimiz gerçeklik. Sana öğretileni değil, sadece bildiğini bilmendir. Doğruluğuna öyle ya da böyle zoraki inandığın; inandığın ve sonra unuttuğun. Emre öğretmenin anlattığı ve üzerine eklemlediğimiz sohbetinden: “Yaz tatilinde bu dili sakın unutmayın”.
https://www.youtube.com/watch?v=pEjZEZLKuhA