28.05.2017
Filmekimi Günlükleri -2-
London Road (Seçil Toprak)
Aynı adlı tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan London Road, tiyatro kareografilerini kullandığı dakikalarda ilginç olabilen ancak bunun dışında ne yazık ki akıcılığı sağlayamayan bir film olmuş. Müzikal olduğundan müzik ve yer yer dansla beslenmesi London Road’un nadir akıcı olduğu anlara hizmet ediyor. Ne yazık ki bu sinemasal bir başarı olmaktan uzak.
London Road adlı çıkmaz bir sokakta ve kasvetli atmosfer ile başlayan filmin ele aldığı konu o sokağı mesken edinen fahişelerin trajik ölümleri. Yer yer ahlak sorgulamasına da soyunan filmin ne yazık ki ciddiye alınabilecek tek noktası bu iken o da yapının içinde yok olmuş gitmiş. Tom Hardy’nin kısa bir rolde görünmesi sadece farklı bir renk, o kadar.
https://www.youtube.com/watch?v=I8NxcsH9o4A
Dheepan (Tanju Baran)
Altın Palmiyeli Dheepan, savaşa ve insana dair önemli mesajlara sahip, Jacques Audiard’ın farkını hissedebildiğiniz “güçlü” bir film; dillendirmek istediği birçok husus, tercümanı olmak istediği milyonlarca insan var. Kaygılı, değerli ve insani; bu özellikleri kendisini özel kılan hususlar fakat gereksizlik sınırına ulaşmasına neden olan tam da bu özellikleri. Bilindik psikolojik tahlilleri, yenilikten uzak tespitleri ve evrensel olmanın sancısını çeken mesajları bir noktadan sonra ait olduğu türün içerisinde sıradanlaşıp silikleşmesine neden oluyor. Şerh düşmeden evet, “ama” eklemeden hayır demenin zor olduğu Dheepan’ı görmekte fayda var; salondan hangi duyguyla çıkacağınızı ancak siz bilebilirsiniz.
Filmin eleştirisi için tıklayın
Tale of Tales (Haktan Kaan İçel)
Matteo Garrone’nin Giambattista’nın romanından uyarladığı film, üç tuhaf hikâyeyi kendi içinde kurguluyor. Filmin, başarılı sanat ve görüntü yönetiminin yanı sıra masalları seven kitle için tam bir mücevher konumunda olduğu söylenebilir. Bu tip fetiş unsuru filmleri sevenlerin baş tacı edebileceği Tale of Tales, diğer seyircilere ortalama bir iş olarak görünebilir. Film klişe masalların kalıplarını klişe bir şekilde kırmaya çalışırken, oyunbaz kimliğinden ödün vermiyor.
Hazine (Tanju Baran)
Hazine, modern bir Robin Hood uyarlaması, bir babanın çocuğuna vermek istediği “hoş” bir hikâye. Başı sonu belli, beklendik ve çıkış noktasına sadık olan Hazine’yi takip etmekte sıkıntı yaşamıyorsunuz fakat üslupsal basitlik ve senaryo matematiğindeki büyük sorunlar filme elit kategori takımı muamelesi yapmanızı imkansızlaştırıyor. Bir Anadolu takımının güzel oyunla “kümede kaldığı” bir sezonu artı görüp keyif alanlardansanız Hazine’den memnun kalabilirsiniz, büyük takım taraftarıysanız filmden uzak durmanız isabetli olacaktır.
Filmin eleştirisi için tıklayın
Son of Saul (Haktan Kaan İçel)
Film sizi zorla Nazi esir kampının içinde yaşamaya sürüklüyor. Kameranın film boyunca peşinden takip ettiği Saul’un basit hikâyesini muhteşem bir yönetmenlikle vermeye çalışıyor. Son of Saul’ün yönetmenin ilk filmi olduğunu düşününce gerçekten şaşırtıcı bir iş olduğu söylenebilir. Ancak sürekli sallanarak izleyiciye buhran katan kamerası, 4:3 çözünürlüğündeki sıkışmışlık hissi, iç karartıcı atmosferiyle izlemesi son derece zor bir filme imza atılmış. Film bittiğinde dayak yemiş gibi hissedebilirsiniz. Öte yandan filmin hikâye anlamında fazla zorlama olduğunu söylemekte de yarar var.
Carol (Seçil Toprak)
Todd Haynes’in çektiğini duyduğumuz günden beri merakla beklediğimiz Carol, belki de bu merağın ve beklentinin kurbanı oldu benim açımdan. Far From Heaven gibi bir dönem draması çeken Haynes’in Julianne Moore gibi çalışmaktan hoşlandığı bir diğer mükemmel oyuncu Cate Blanchett ile yine benzer konular etrafında dönen dönem draması Carol’a imza atması, oyuncu açısından değil ama hikâye yönünden “neden?” diye sorduruyor. Sanat yönetmenliği açısından mükemmel bir işe imza atan Haynes (tabii burada sanat yönetmeni Jesse Rosenthal’ın adını anmak gerekli) ne yazık ki filmin hikâye yönünü es geçiyor. Son tahlilde ortaya çıkan eser, Cate Blanchett üzerine yazılan bir güzellemeden öteye gidemiyor. Blanchett’ı perdede izlemek o kadar büyük bir zevk ki ikonografik görüntüleri ile şimdiden hafızamıza kazındı bile Carol kompozisyonu. Ama işte sadece bu kadar…
Filmin eleştirisi için tıklayın
The Lobster (Tuba Büdüş)
Yorgos Lanthimos’un dispotik bir ortamda geçen filmi The Lobster, faşizmin dünyada geleceği son noktayı gözler önüne seriyor. Bugün dünyayı kasıp kavuran sorunlar önemsizleştiğinde öyle şeyler suç olur ve acımasızca cezalandırılırsa ne olur? Muhteşem atmosfer, absürd espriler, huzursuz edici sekanslarıyla seyirci başkarakter ile birlikte adeta var olan düzene baş kaldırıyor.