29.05.2017
The Program: Gerçek Olamayacak Kadar Efsane!
Hollywood’un son dönemdeki popüler çizgi roman uyarlamalarını bir kenara ayırırsak, en garanti işler arasında spor filmleri gelir. Azim, güç, adrenalin pompalanan bu filmler, seyircinin kısa sürede alabileceği verimi almasını sağladığından, çoğunlukla yapımcısının işi kâr ile kapatmasını sağlar. Bu tip filmler çoğunlukla başarı hikâyeleridir. Bu sefer ise The Program’da bir çöküş hikâyesi ile karşı karşıyayız.
Filmin konusu gayet kısa bir şekilde anlatılabilir. Bisiklet sporunun efsanesi Lance Armstrong’ın spor geçmişi, kanserle savaş dönemi, şampiyonlukları ve çöküşünü filmin içinde bulabiliriz.
The Program için tam bir anti propaganda filmi diyebiliriz. Film tek taraflı olarak Armstrong’a saldırgan bir tutum sergiliyor. Bunun nedenleri arasında uyarlandığı kitabın etkileri olması çok açık bir şekilde göze batıyor. Filmin, doping skandalı sırasında olayları yakından takip eden gazeteci David Walsh’un kitabından birebir uyarlama olduğu söylenebilir. Tabii bakış açısı bu kadar yanlı olunca, ana karakterin gözünü başarı hırslı bürümüş bir sosyopat olarak biçimlendirilmesi gayet doğal olarak algılanabilir.
Ben Foster, Armstrong rolünde biraz abartılı bir performans sergilese de fiziksel olarak inanılmaz bir benzerlik göstermiş. Zaten Foster’ın ödül törenlerinde sürekli görmezden gelindiği gerçeğini de düşünürsek, bu sene de fazla abartıya kaçtığından gözden kaçacaktır.
Filmin en önemli sürprizi ise Guillaume Canet’in yoğun makyaj altında olmasına rağmen Doktor Ferrari rolünde harikalar yaratması denilebilir. Özellikle aksanı kullanışı ve adeta rolünü gerçek bir insana dönüştürmesiyle takdiri sonuna kadar hak ediyor.
Film kendi içinde yer yer magazin haberlerinde çıkan olayları da tiye alsa da ana karakterin fazlasıyla sevimsiz çizilmesiyle bu tip sahneleri mizah çerçevesinde algılamanız güçleşiyor. Karakter o kadar kibirli, bencil ve hırslı ki gerçek hayatta böyle bir adam nasıl sevilebiliyor diyorsunuz. Hatta kibrinden dolayı, bu olayı kendi itiraf etmeyi dahi göze alıyor. Basına yaptığı açıklamalarda “Zaten dopingsiz yedi şampiyonluğu nasıl kazanabilirdim ki?” gibi sözleriyle, gerçeğinin de, filmdeki karşılığının da pişkin pişkin konuşmalarına rastlayabiliyoruz.
Bisiklet sporunu dünyada bir marka haline getiren, kanser hastalarının umudu olan ama en sonunda da ortaya çıkan skandallarıyla bir fiyaskonun öyküsünü film tam karşılığıyla seyircisine yansıtıyor. Bu filmden sonra Armstrong’a azıcık saygınız varsa, onu da kaybediyorsunuz.
Sonuç olarak dönem filmi olarak da algılayabileceğimiz The Program, muhteşem gibi görünen bir spor efsanesinin yalan dünyasını, sert gerçeklerle insanın yüzüne vuruyor. Filmi izleyen herkesin aklına, Armstrong’un bisikleti zamanında bıraksaydı, belki de bu skandalların hiçbir zaman ortaya çıkmayacağı geliyor. Belki de burada bir başarı hikâyesinin filmini izliyor olacaktık. The Program’ı spor filminden çok, bir çöküşün dramını belgesel edasıyla kurmaca bir şekilde görme imkânı sağladığından denenmesi gereken bir film olarak tanımlayabiliriz.