30.05.2017

21. Gezici Festival Günlükleri – 5

Hasret: Sehnsucht

Dünyanın en kalabalkık şehirlerinden İstanbul’a bir de Ben Hopkins’in gözünden bakın. Bir televizyon kanalına ısmarlama iş yapmak için gelen yönetmen, bu karmaşık yahut çorba şehrin büyüsüne kapılanlardan. Döndüğünüz her köşe başının bir öncekinin devamı yerine yeni bir sayfaya paraf attığı şehrin kozmogonik yapısı içinde yer yer kaos, yer yer ise belirsizlik var. Bu bilinmezciliğe oynayan şehrin bir de tarih gibi çatı ile örtülen pek çok hobisi var. İncelemenin yahut araştırma öbeğinin genele yayılmasının delilik olduğu İstanbul’un dinamiklerini tutmak için mümkün olan en özel alana inmek kafaya daha yatkın dururken, Hopkins bunun yerine pek çok girdiyi aynı tabak içinde sunmayı tercih ediyor.

Belgesel filmin ayrıldığı pek çok bölümden Resistance, Graffiti, The Empty City gibi şehrin sosyal ve politik akımlarını birleştiren yan bölümler ise Dreams, Cats ve Ghosts gibi ayrılan bölümler içinde daha soyut ve mistik olan grup ile sağlanıyor. Filmin dokusu itibariyle beslendiği tadında sandık bilgisi olmakla birlikte, havada uçuşan ve bir anda sizi oturduğunuz yerden kaldırıp, başka bir koltuğa nakleden bir yanı da var. Metropol bir şehrin, hele ki İstanbul gibi bir örneğin içinde zaten uzun soluklu bir noktada oturmanız ise pek mümkün değil. Filmsel öykünün bu rahatsızlık verme duygusu ile kendine seçtiği dünya içinde dünya benzeşimi ise geleneksel tarihi nakil yerine daha evvel İstanbul bazında görmediğimiz ve az evvel bahsi geçen mistik ögeler ile oluyor. Oldukça tadında seyreden anlatım için ‘bunun ötesinde daha başka nasıl anlatılabilirdi?’ sorusunu sormadan edemiyoruz. Bu filmde kısacası her şey var. Hüzünlendiren ve bir vakit sonra tam anlamıyla yıkımına vakıf olacağımız yaşlı bir şehir, kedileri ve martılarıyla konuştuğunuz bir evren, politik çıkmazın/çıkmazların insanları sürüklediği birliktelik ve zaman – mekan kavramının öldüğü sokaklar. Yetmez mi?

Koza

Slovakça “keçi” demek. Avrupa’nın içinde ama bir o kadar dışında saydığı Doğu Avrupa ülkelerinden biri olan ve yakın tarihte kültürel ve sosyal yaşantısını hızlı bir dönüşüme sokan ülkelerden Slovakya dilinde.

Tek amacı spor yapmak olan Koza, ringlere ne pahasına olursa olsun çıkmak zorundadır. Çünkü ona kısa zamanda para getiren tek şey budur. Beline bağladığı araç lastiğiyle koşturup idman yapan bu adamın filmsel öyküde yeni görevi eşinin kürtaj olması için gereken parayı toplamaktır. Kürtajın bir lüks tüketim anlayışı içinde not düşüldüğü pek çok ülkeden biri olan Slovakya’da aslında bir sporcu, yarım yamalak gördüğümüz hamile bir eş ve ringler ile bu ringleri izleyen ve bir yandan şarabını yudumlayan, bir yandan ise verdiği bahis ile gündemi şekillendiren insanlar dışında pek bir şey görmeyiz. Yaşamak için temel ihtiyaçlar olarak addettiğimiz yemek – içmek kavramını neredeyse hiç görmediğimiz Koza karakteri ringlerde altın kemer için yarışmanın ötesinde bir amaca sıkışmıştır. Lakin filmin zorla içine girmeye çalışan bizler, öyküyü sadece ve sadece pencerenin gerisinden izlemek durumunda çokça kalmaktayız.

Abluka

Yakın zaman Türkiye sinemasının yeni bir bakış açısıyla kapısından giren yönetmenlerden bir tanesi olan Emin Alper’in geride bıraktığımız Venedik Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen filmi Abluka, yönetmenden duyduğumuz kadarıyla ismine son dakika karar verilen bir film. Filmin yayınlandığı döneme denk düşen ve daha bir artan kaotik sürecin doruk noktasını bulduğu günlerde alınan bir kararla “Abluka” ismi verilen filmin şeridinde gezdiğimiz sürece çarşaf olan bir yanı var.

Bildiğimiz İstanbul sokaklarında, bilmediğimiz bir yer var. Çevresinde görünmez, saydam bir bariyer ve her an çarpma riski olan bu bariyerler, çarpıp düştüğünüz an nerede tekrar kalkacağınızı kestiremediğiniz yollarla çevrili. Bu bilinmezlik içinde yönetmen Alper’in “Tepenin Ardı (2012)” ile yakaladığımız dili kırma gücü Abluka’da da beklendiği ölçüde; ne bir eksik, ne bir fazla.

Filmin imgesel akışı dışında farkını ortaya koyduğu bir diğer nokta ise müzik kullanımı. Ekibin kendilerince yeni bir sıfat buldukları ses kullanımında yaratılan bu ses çatışması, filmin distopik evrenine bir bahçe niteliğinde. İsmini “Sivas (2014)” ile andığımız Cevdet Erek’in müzik üretiminde yer alması onun ismini anmamızı ise zorunlu kılıyor. Film ile masanın ortasında çaresizce bırakıldığımız yapısında bu çaresizlik akabinde derimize her daim işleyen histerik ve endişe dolu dakikalarla ilgili. Tanıdık gelen bu sekansların içinde zaten tetikte olduğumuz anlarda ansızın beliren hırçın sesler ise kaçmaktan ziyade görünmeyecek bir yerlerde tıpkı kardeş Ahmet (Berkay Ateş) gibi saklanma ihtiyacını doğuruyor. Çünkü; saklanmaktan başka bir çıkar yol yok. Peşimiz sıra yükselen sis bulutunun altında ensemize dokunan elin çok tanıdık birinin eli, kardeşinin yahut arkadaşının eli olması sürecin mahiyetine başka bir zaman dileği bırakıyor.

La Loi du Marché

Festivalin dört filmlik kendi içinde kompakt bölümü olan “Güvencesiz Hayatlar”ın filmlerinden biri olan “La Loi du Marché”, ailesini geçindirmekle yükümlü Thierry’nin (Vincent Lindon) çok komik rakamlar ile idame ettirdiği hayatında, nihayet bulduğu yeni işinde karşı karşıya kaldığı ahlaki seçim/seçimler üzerinden şekilleniyor. Bir yandan Fransa’nın insan haklarına verdiği değeri sorgulayan film, insanların gündelik yaşam içerisinde sahip oldukları minimal değerlere odaklanırken, bir yandan da buna hem kayıtsız kalan hem de bir yandan satış ve pazarlama girişiminde bulunan ve en ufak bir fırsatı bile kaçırmayan ekonomi kölelerine merceğini dokunduruyor.

En iyi tüketim noktalarından biri olarak kabul edeceğimiz büyük marketler zincirinden birinde güvenlik görevlisi olarak işe başlayan Thierry, düzeyi ne olursa olsun hiçbir şekilde tolere edilemeyen ve bu çemberin içinde kendi çalışma arkadaşlarının da olduğu hırsızlıkla mücadele etmektedir. Ekonomik çıkmazın ve yetmezliğin düşünülen en üst noktayı gördüğü toplumda, market çalışanlarının indirim kuponlarını dahi cebe atmak durumunda kaldığı bu takipte, üst yönetimin ve ona hizmet eden karakterin kararları sadece ahlaki çıkmaz değil vicdani bir noktayı da perdeye taşır: Herkese biçilen gramajı farklı bir değerler sistemi.