06.05.2016

Karakter Mutfağı: Adile Naşit

Sadece varolsun, köşede dursun, yahut gülsün dediğimiz insanlar vardır. Bir yerlere dokunurlar, gözlerinizin içine bakar ve sonra hafızanın uçsuz bucaksız dediğimiz uzayında bir koltukta otururlar.

Bu sonsuz alanda kendine koltuk bulanlar, belleğin yitirilebilir gerçekliğinde yitmek eylemine nail olmayan bir üslupla dururlar hep. Hafızanın kodladığı dosyalarda böyleleri her aklımıza geldiğinde müthiş bir tebessümle ve çoğu kez ismini ve uzamını ölçüp, biçmekte zorlandığımız bir duygu belirsizliği yaratırlar. Adını ister hayranlık, ister sevgi, isterseniz tanımadığınız birine tanıyormuşçasına beslenen müphem duygulardan biri olarak koyun. Hiç şüphesiz bu kavram karmaşasının en karmaşık olmayan şeylerinden maddesel olanı ise Türkiye Sineması’nın unutulmaz karakterlerine hayat veren Adile Naşit olurdu. Karakter Mutfağı’nın da bu haftaki konuğu kahkahalarına, içine girdiği kadraja ve samimiyetine doyamadığımız Adile Naşit. Usta oyuncuyu  saygıyla anıyoruz.

Bizim Aile (1975)’nin Melek ablası, Hababam Sınıfı (1975 – 1981) serisinin Hafize annesi ve Neşeli Günler (1978)’in Saadet annesini  bu kadar unutulmaz kılan oyuncu o.

Filmografisinde hatırı sayılır ölçüde filme imza atan oyuncunun tiyatro sahnelerinde başlayan oyunculuk aşkı için yönetmen Ülkü Erakalın bir anısında: “Naşit, tiyatro sahnesindeki ilk yıllarında bir gün, bir oyunda yaşlı bir kadın rolünü oynuyormuş. Oyun sonrası tesadüfen onunla sohbet eden Ziya Keskiner ise ona ‘senden oyuncu filan olmaz; hiç niyetlenme. Sen sinema oyuncusu olamazsın’ diyor . Bir zaman sonra Naşit, başka bir oyununun bitiminde bir film şirketi çalışanlarınca ofise davet ediliyor. Çalışanlar ‘bir film için sizinle anlaşma yapmak niyetindeyiz’ deyince, oyuncu en büyük hayalinin gerçekleştirilebilir olduğu algısıyla çıldırıyor. Ertesi sabah sabahı zor eden Naşit, çarçabuk giyinip ve film şirketinin yolunu tutar. Şirkette uzunca bir süre bekleyen oyuncu, bir saat geçer, iki saat geçer ve görür ki kimseden tepki yok, sinirle oradaki daha evvel tanıştığı görevliye döner ve ‘beni çağırdınız’ der. Adam döner ve ‘biz seni değil; dün gece oyunda oynayan yaşlı kadını çağırdık’ der”.

İçine girdiği sayısız karakter okumasında en öne çıkan öncüller ise anne/annelik, aile kucağı,  içten tavırlar ve  yapaya karşı olan yanıdır.  Hemen hemen pek çok oyunculuk performansında mizah ile dram ögelerini harmanlayan yapısı ve buna istinaden yazılan öykülerde, Naşit için her filmde, bir öncekinin devamı ile bir sonrakinin giriş cümlesi olan bir çizgide, karakter hikâyesi ilerliyor demek en doğrusu. Ancak bu durumun bilinirliğinin yarattığı sıkıntılı derin iç çekmelere mahal vermeyen bu oyunculukta, klişeleşen tarafları rötuşlayan yanı, Naşit’in giydiği tulumları sahiplenmesinde saklı. Sıfatlaştırmaktan ehemmiyetle kaçındığımız “aile kadını” yakıştırması belki de Naşit ile doğmuştur desek hiç de yersiz olmaz. Aile dediğimiz kurumun zaman zaman çatırdayan sehpasında ayakları yeni baştan tutkallayan ve zeminde dik bir şekilde tutmaya çalışan olduğu gibi kendince daha yapay kadınlık portrelemesini ti’ye alan, onlar bazında klişeleşen her karakteristiği kinaye ve mizah ile toplumsal sorunlarda dile getiren bir yanı vardır. Ancak ne olursa olsun bireyin içindeki sevinci yeni baştan coşturan, muziplikleriyle en çıkılmaz sokakları bile çıkılabilir kılan tarafı, bu kadın ne oynarsa oynasın kabul gören, samimiyetiyle kopan parmağı bile yeni baştan sarıp tekrar devam edebilmeyi zorunlu hale getiren bir seyirlik sunar. Hem de yıllar içinde eskimeyen bir seyirlik.

Naşit‘in duygularımıza referans olan bu toplumsal yanını unutmak ne mümkün!

Dönemin pek çok ismine sektörün kapılarını açan Ses dergisinde yayınlanan röportajı ise bilinen Adile Naşit’in bilinmeyen filmi gibi.

Adile Hanım yıllardır vazgeçmediğiniz oyunculuk tutkusu nasıl bir tutkudur?

Ben başka hiçbir şey görmedim ki. Tiyatroda doğduk Selim’le ikimiz. Kulislerde, tiyatronun ta içinde büyüdük. Babamızdan gelen bir tutku tiyatroculuk. Ayrıca çok sevdiğim bir iş.

Hiç canınız sıkılıp da bu sahnelerden kurtulayım, evimin bir köşesinde yün öreyim diye aklınızdan geçmiyor mu?

Hayır, ‘geçmiyor’ diyebilirim. En çok yorulduğum, bunaldığım zamanlarda evimin bir köşesinde oturayım diye kafamdan geçiririm. Ama öylesine çabuk geçer ki bu duygu, hemen sahneyi özleyiveririm.

Peki provalar, geceleri oyun ve bunun ardında evde yapılması gereken yığın iş kalıyor. Bunların altından nasıl kalkabiliyorsunuz?

Genellikle yapılacak işim pek olmuyor. Eskiden yemekleri ben yapardım. Şimdi kocam yapıyor. Mutfağa girmiyorum bile. Bir tek çamaşırları yıkamak kalıyor, onu da ben yapıyorum artık yüzsüzlük olmasın diye. Diğer işler ise, ortaklaşa düşe kalka gidiyor.

İnsan ilişkilerinden ve aşktan söz etsek. Örneğin kaç kez âşık oldunuz? Aşık olduğunuz zaman neler hissettiniz?

Galiba ilk kez kocama, gerçekten âşık oldum. Senelerdir beraberlik yürüdüğüne göre, aşk sonradan sevgiye ve dostluk haline dönüştü. Kocam benden yirmi yaş büyüktür ve hep beni kollamış korumuştur bugüne dek. Aşık olmak duygusuna gelince, kötü bir şey aşk. Hüsranı, gözyaşı bol bir iş. Duyguların tümü pır pır ediyor ya insanın içinde, ya sonrası ne oluyor? Hüsrana uğramayı sevmiyorum.

‘Ağlamak güzeldir’ derler. Sık sık ağlar mısınız? Ya da ağlamayı sever misiniz?

Bayılırım. Öylesine çabuk boşalır ki gözümden yaşlar, ben bile şaşırıyorum. Galiba yaşantımın içinde tüm olayları bütün yoğunluğuyla yaşadığım için böyle. Bir olay bir başkasını anımsatıyor ve bir zincir halinde yürüyüp gidiyor kafamın içinde olaylar. Örneğin filmlerde hiç zorluk çekmem ağlama konusunda. Kafamın bir köşesine sıkışmış, atamadığım, söyleyemediğim olayları anımsar ağlayıveririm.

Demek ki sıkıntılarınızı pek dışarıya vurmuyorsunuz ve bundan ötürü de zaman zaman mutsuz olduğunuz söylenebilir mi?

Mutsuzluğun yanı sıra, sağlığım korkunç derecede bozuluyor. Tansiyonum düşüyor ve hasta bir kadın oluyorum. Mutsuzluk ayrı. Her insanın çok canının sıkıldığı bunaldığı zamanlar vardır. İşte öylesine bir şey oluyor.

Kadınlık sizce nedir?

Çok önemi benim için. Hanımlığı, sevecenliği olmalı kadının. Evini sevmeli. İşi varsa işini sevmeli ve ilişkilerini güzel tutmalı kocasıyla, dostlarıyla. İşte bütün bunları bilebilen bir kadın, bence kadınsı ve hanımlığı yapabilen bir kadın oluyor.

Çok güzel bir kadın olmak ister miydiniz?

İsterdim. Hiçbir zaman kendimden memnun olmamışımdır. Giydiklerimin bana yakışmadığını düşünürüm. Makyaj yaparım, örneğin bir filmin galasına gitmek için, “Aman ne olmuşsun böyle” desinler, gözlerim dolar koşar banyoya yıkarım suratımı.

Biraz komplekslerinizi anlatmış oluyorsunuz böylece?

Elbette. Giydiklerimi hiç yakıştırmam kendime dedim. Her zamankinden biraz daha şık giyinsem “Aman ne güzel olmuşsunuz Adile abla…” desinler mahvolurum. ‘İşte bana acıyorlar, onun için iltifat ediyorlar.’ diye. Son zamanlarda denize giremez oldum. Dehşetli utanıyorum. Bu son yolculukta ya bir ya da iki defa denize girdim. Hiç kimsenin ısrarı beni kandıramadı. Etrafımda benim yaşımdaki kadınlar örtüler içinde oturup beni seyrettikçe, iyice kötü oluyorum, hepten vazgeçiyorum. Aşağılık kompleksi bunlar tabii ki.

Korkak mısınız?

Müthiş. Birisi pat desin ölebilirim. Hemen tansiyonum düşer. Yataklara serilirim. Çok korkak büyüdüm. Küçükken bir gök gürültüsünde hepimiz öleceğimize inanırdık. Ailecek yatağın üzerine çıkar son dualarımızı yapardık sabahlara kadar. Sonra babamız bizi çok korkuturdu. Odada yaramazlık yapmayalım diye anahtar deliğinden duman üflerdi odanın içine. Ben ve Selim, oturduğumuz yerde korkudan çişimizi yapardık. Hep böyle ruhlar, ölüler, gök gürültülerinin bizi öldürecekleri korkusuyla büyüdük.

Batıl inançlarınız çok olmalı?

Hemen hepsine inanırım. Biraz hafifletmeğe çalışıyorum bütün bunları ama, öylesine az yararı oldu ki bu çabamın. Kocam bile alıştı artık bütün bunlara. Birisi ölsün, gece hemen yataklarımız birleşir, bu iş bir ay kadar sürer. Olay biter, bir yenisi oluncaya kadar yine yaşamımız normale döner.

Sizi en fazla kızdıracak, yerinizden hoplatacak olay ne olabilir?

Öylesine çok ki. Yukarıda da söylediğim gibi, kızgınlığımı açık açık belli etmiyorum. Ama, kırılıyorum. Örneğin, tiyatroda akşama kadar elleri donarak yerleri süpüren çocuğa “Haydi git de bana bir paket sigara al” deyiverenlere sinirlenmemek olası değil. Yüreğimin içinden bir şey cızlayıveriyor o zaman. Belki ağlıyorum, görmemezliğe geliyorum falan…

Kıskanç mısınız?

Bilmiyorum. Ama iş konusunda kesinlikle kıskanç değilim. Arkadaşlarımın en iyi işi yapmaları beni sevindiriyor. Dostlarımı kıskanıyor olabilirim. Çok sevdiğim bütün sırlarımı, dertlerimi anlattığım bir dostum benim dışımda başka bir dost bulup, benden yavaş yavaş ayrılırsa işte o zaman sezdirmeden kaçmayı seçiyorum. Kırgın oluyorum. Eğer kıskançlık buna deniyorsa böylesini yaşıyorum ben içimde.

Yaşamımız içinde yaşadığınız en büyük acı oğlunuzu kaybetmeniz oldu sanrım?

Evet, daha büyüğünü yaşamadım. Biz ana, baba, çocuk değildik. Üç tane dosttuk. Güzel bir arkadaştık. Ölümüne hazırlamıştık biraz kendimizi. Açık kalp ameliyatıydı geçirdiği. Ve yaşayamadı. Ondan sonraki beş sene benim için inanılmaz acılarla dolu. Elbette Ziya Bey için de. İşte sonra kuş, köpek, bebek böyle oyuncaklara tutkun olduk. Balıklar yaşadı, köpek kör oldu, çiçekler büyüdü böyle gidiyor yaşamın geri kalan kısmı.

İşiniz, sıkıntılarınızı bir ölçüde olsa hafifletmiş olmalı.

Evet. Sahne korkunç bir oyalanma oldu benim için. Ama korkularım, ürkekliklerim gün geçtikçe daha da bir arttı.

Özlemlerinizin, keyiflerinizin eski tadı kaldı mı?

Özlemler değişti. Yaşamadaki amaçlar bir başka türlü oldu galiba. Yine de sevinecek, mutlu olacak şeyler bulabiliyor insan her türlü acıya rağmen.

Ölmekten korkuyor musunuz?

En büyük korkum. Aklıma getirdiğim an her tarafım titriyor.

Bir erkek sizce nasıl olmalı?

Ha önemli işte bu. İnsanı saracak, güvenilecek birisi olması gerekiyor erkeğin. Sorumlulukları paylaşacak, dostluğu iyi tanıyan birisi diye tarif edebiliyorum.*

*”ucuncuadam.wordpress.com”, Dergiden deşifre eden: Asiye Hande Nur Başar. Alıntılanan yayın kanalı: “hürriyet.com”