14.04.2017

Green Room: Punk Asla Ölmez

Rahatsız Edici Bir Film

Blue Ruin filmi ile iki sene evvel sağlam övgüler toplayan Jeremy Saulnier’in son filmi olan Green Room, ülkemize gelmeden önce katıldığı festivallerden genelde hoşnut ayrıldı. Bir Punk Rock grubunun ormanlık bir alana kurulan mekanda konser vermeleri ve devamında bir ceset bulmaları ile başlarının belaya girmesi üzerine odaklanan film, genel anlamda tek mekan filmi olarak adlandırılabilir. Şiddet dozu epey yüksek işleri seven Saulnier, yine kanı bolca kullanmaktan çekinmemiş. Punk türünü sevenlerin ufak da olsa kulaklarının pasını silen film, sonlara doğru bir kedi fare oyununa ve bolca gerilime yer veriyor. Hayatta kalma içgüdüsü ile insanın sınırlarını zorlayabileceğine de değinen Green Room, yılın en rahatsız edici filmlerinden biri olma özelliğini de taşıyor.

Punk Rock kültürü de diğer bütün tarzlar gibi kendi içinde gruplara ayrılabiliyor. Bunların en az müzikle alakalı olanı da Nazist Punk oluşumlar. Siyasi olarak bir duruşları olan, faşist görüşe ve görünüşe sahip, kavga etmekten de çekinmeyen  bu grup, yasa dışı olaylara da oldukça meyillidirler. Saulnier, filmin başında yoğun olarak ve devamında alttan alta vererek bu durumla ilgili derdini dile getiriyor.  Daha başta onlardan nefret etmemizi istiyor ve grubun ilk söylediği şarkı ile onlara olan kendi nefretini de kusuyor. Daha olaylar bile olmadan kimden nefret edeceğimizi ve kimin yanında olmamız gerektiğini Saulnier bizlere sunuyor.

Saulnier’in taraf seçiminden sonra sıra en iyi yaptığı şey olan atmosfer kurmaya ve izleyiciyi içine almaya geliyor. Ormanlık bir bölgede, oldukça izbe bir yerde, konteynerlar ya da ahşaptan yapılma yapıların içinde ve etrafında o rahatsız edici tiplerle dolu bir alan. Sürekli bir karanlık hali, tedirgin edici yüzler ve bunlarla birlikte oluşan kapkara bir atmosfer. Grubun kapana kısıldığı bir oda ve dolayısı ile klostrofobik bir ortam.  Yönetmen, bu özellikler sayesinde rahatsız edicilik konusunda bir bir yeteneklerini sergileme imkanı buluyor ve bu konuda epey gerçekçi olmayı da başarıyor. Müzik tercihleri, renkler, kamera hareketleri ve oyucu yönetimi de Saulnier’in başarı ile altından kalkabildiği özellikler olarak kayıtlara geçiyor. Özellikle şiddet sahneleri ve infaz görüntüleri izleyiciye bu etkiyi veriyor ve çok gerçek durduğundan epey rahatsız edebiliyor.

Biçimde İyi Senaryoda Zayıf

Biçim olarak bu kadar iyi olan filmin totalde zayıf kalma nedenine gelecek olursak karşımıza gayet zayıf kalan senaryosu çıkıyor. Olayların hızlı gelişmesi için kullanılan yapaylıklar, karakter oluşumları sırasında oluşturulan mantıksızlıklar ve dönüm noktalarında eğreti duran manevralar filme olan konsantrasyonu dip seviyeye çekiyor. İnandırıcılık, sahnelerler nasıl sağlanmışsa senaryo ile  o kadar sarsılmış vaziyette. Saulnier görselliğe o kadar yüklenmiş ki senaryo sanırım onun için oldukça önemsiz hale gelmiş. Tek mekan kullanımı açısından da kendi içinde çok tekrar düşen hikaye (dolayısı ile senaryo) filmin çok daha üst kalitede anılmasını engelliyor. Bu anlamda filmin direkten döndüğünü belirtebiliriz.

Son tahlilde, zayıf senaryosuna rağmen görsel açıdan keyif verebilecek, şiddet dozu oldukça yüksek ve tedirginlik yaratacak bir film var karşımızda. Punk Rock Kültürü ve müziğini bir nebze yaşatan filmin kapkara atmosferine kapılmamak ise neredeyse imkansız. Green Room, Blue Ruin sonrası  bir geri adım olsa da Saulnier’in kariyerini merakla takip etmeye de devam edeceğimizin sinyallerini bize bazı anlarda yoğun olarak veriyor.