11.05.2016
Modern Klasikler: Breaking the Waves
Günümüzün en tartışmalı yönetmenlerinden biri olan Lars von Trier’in ilk dönem filmlerinden olan Breaking the Waves, aynı zamanda ‘altın kalp üçlemesi’ olarak adlandırılan filmlerin ilk halkası. Film, yönetmenin “dogma 95” adlı manifestosunu açıklamasının ardından çektiği ilk film olma özelliğini de taşıyor. Tam anlamıyla manifestonun bütününü kapsamasa bile Breaking the Waves; kamera ve ışık kullanımı gibi temel tekniklerle bu özellikleri yansıtıyor. Kimilerine göre de “dogma 95” teknik açıdan bir tür “Fransız Yeni Dalga” akımının 90’lar sonrası yeniden yorumu gibi. Film, uzun süresi boyunca omuz kamerası ile çekiliyor ve doğal ışık kullanılıyor. Bu da filmin doğallığına güç veren bir etki yaratıyor.
Breaking the Waves, kilise otoritesinin hakim olduğu bir yerleşim yerinde yaşayan Bess’in hikayesini anlatıyor. Saf, kilisenin kurallarına bağlı Bess’in aşık olduğu ve kısa süre içinde de evlendiği Jan’la ilişkisinden sonraki yaşadığı süreç üzerine kurulu, Breaking the Waves. Cinselliği keşfetmesi ve Jan’ın geçirdiği kaza sonrası ikili arasında yaşanan diyaloglar sonrası, Bess’in ‘Tanrı’ ile olan bağı; filmin öne çıkan en önemli iki yapısı. Cinsellik, inanç ve filmin akışı içerisinde bu öğelerin Bess’i toplum içerisinde “öteki” konuma getirmesiyle filmde bu kavramların altı çiziliyor. Breaking the Waves, bütün bu hikayeyi “kadın” bir karakter üzerinden anlatmasıyla da farklılaşıyor. Kilise ile yaşanan zıtlaşmalarda, aile içinde ortaya çıkan anlaşmazlıklarda ve cinselliği keşfetmede yaşanan durumların tarifini toplumsal yaşamda “kadın olmak” üzerinden algılıyoruz. Bess’in ablası rolündeki Dodo karakteri de film boyunca bu algı üzerine düşünmemizi sağlayan besleyici bir etki yaratıyor.
Lars von Trier’in birçok filminde olan bölümler üzerinden filmi anlatma özelliği, burada da ortaya çıkıyor. Sahne geçişlerinde kullanılan müzik seçimleri ve bölümlerin adları seyirciler için bir ön hazırlık görevi işliyor.
Bess, Jan’ın yaşadığı olay sonucunda çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilemez duruma gelirken, bir başka yönüyle de kuralları belli olan düzene başkaldırıyor. Bu yolculuğunda Tanrı’yı kaybetmesi ve sonrasında tekrardan O’nu bulması; ama olayların kendi yararına göre sonlanmaması ile izleyici, Tanrı ile hesaplaşıyor.
Breaking the Waves, gösterildiği tarihte Cannes Film Festivali’nde “Özel Jüri” ödülü alarak adından söz ettirirken, Bess karakterine hayat veren Emily Watson’a da Oscar adaylığı getiriyor. Filmin Lars von Trier kadar Emily Watson’ın filmi olduğunu söyleyebiliriz. Üçlemenin diğer iki filmi The Idiots ve Dancer in the Dark filmlerini izledikten sonra, özellikle ‘kadın’ karakterlerin düştükleri durumlar ve filmlerin dramatik sonları itibariyle filmin daha da bütünlüklü okunabileceğini söylemek mümkün.
Breaking the Waves kaderin; sadece Tanrı’nın belirlediği, önceden yazılmış bir şey olmadığını vurgularken, kişinin kendi kararları ve topluma hükmeden kilisenin seçimleriyle insanın kaderinin nasıl değişebileceğini gösteren bir eser. Hayatın bilinmezliklerle dolu yapısının tesadüflerle mi ya da mucizelerle mi şekillendiğine kesin yanıt vermeyen, ‘çanların kimin için çaldığını’ değil; ‘çanları kimin çaldığını’ önemseyen bir önermeye sahip Breaking the Waves, mutlaka izlenilmesi gereken bir sinema klasiği olarak sinema tarihinde yerini alıyor.