11.03.2017

Hayal ile Gerçek Arasında Bir Film: Neruda

Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize ;
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu
Ağırdı sessizliğin çuvalı

Bilmenin acı çekmek olduğunu en iyi bilen insandı Pablo Neruda, orta sınıf bir aileden gelen genç yaşlarda yazmaya başlayan ömrünü yazarak, sorgulayarak , özgürlük ve eşitlik için savaşarak geçiren biriydi. Şili için olduğu kadar dünya kültür ve sanat tarihi içinde çok önemli yeri olan Neruda; şiiri, politik tavrı ve özel hayatıyla her zaman gündemde oldu. Bu hafta vizyona giren Neruda filmi, 1940’lı yılların sonunda Neruda’nın politik nedenlerden dolayı kaçak ve tutsak bir yaşam sürdüğü iki seneye odaklandırken, resmi tarih üzerinden özel tarihin sınırlarını sorgulamakta.

Bu sene Jackie ve Neruda gibi iki biyografik filme imzasını atan Pablo Larraín, Yeni Şili sinemasının önde gelen genç yönetmenlerinden biri. Dünya festivallerinde de büyük başarılara imza atan Şili sineması; Hizmetçi filminden tanıdığımız Sebastian Silva, Ateşin Başı filmiyle ünlenen Alejandro Fernandez Almendras ve ülkemizde Tony Manero filmiyle tanınan Pablo Larraín’in omuzlarında yükseliyor. Kökleri üçüncü sinemasının parlak eserlerine kadar uzanan Yeni Şili sineması , dili ve biçimsel özellikleriyle merkeze doğru yaklaşmakta ve büyük bütçeli stüdyo filmlerine doğru evrilmekte.

Kuşkusuz Pablo Larraín’nin Şili üçlemesiyle başlayan kariyeri, kendi ülkesinin geçmişini merak eden ve onu deşen bir yönetmenden öte tüm dünyaya diktatörlüğün ve böyle bir yönetim altında yaşayan insanların karşı karşıya kaldığı şizofreniyi anlatmak açısından çokta evrensel bir konumda yer alıyordu. Siyasetçi ve dindar Katolik bir aileden gelen Larraín , özellikle Pinochet dönemi sonrasının sancılarıyla büyüyen bir yönetmen olarak Tony Manero ve Morg Görevlisi filmlerinde maskeler değişse bile sokaktaki herkesin Pinochet olduğu olduğu ikili sanrı hikâyeleri anlatmaktaydı. Üçlemenin son filmi ve bugünlerde toplumsal gündemimizde de oldukça tartışılmakta olan No ise, 80’lerin sonunda diktatörlüğün son yıllarını konu almaktaydı. Pinochet’ye karşı yapılan referandum dönemine ve sonuçlarına odaklanan Larraín; kapitalist sistemin, kapitalizmin kendi argümanlarıyla vurulması sürecini mizahî bir dille getiriyordu.

Geçen sene hayran kaldığımız El Club filmi Katolik sistemin ve muhafazakarlığın iki yüzlülüğünü evrensel bir ton ve muhteşem bir sinematografi ile sunmaktaydı. Özellikle filmde kullandığı siyah-beyaz ve sepya tonlar ve kadraj ölçekleriyle filmin duygusunu mükemmelleştiren Larraín, günümüzün genç ustalarının yanına adını çoktan yazdırmış oldu.

Bu sene iki biyografik filmle karşımızda olan Larraín, biyografik film formunda yaptığı değişikliklerle ve yeni biçimsel arayışlarıyla başarılı sonuçlar elde etmiş. Daha önceki filmlerine göre daha büyük bütçe ve Hollywood star oyuncularıyla çalışma olanağına da sahip olan Larraín, bunu da kendi için başarı haline getirmeyi başarmış. Bu sene ilk izlediğimiz filmi, Jackie’de sadece kocası suikastle ölmüş bir başkan eşi değil, kokuşmuş ve yozlaşmış Amerikan rüyasının izini sürerken , yaptığı muhteşem parçalı kurgu ile yeniden ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu kanıtlamaktadır.

Bu hafta vizyona giren filmi Neruda ise bir şair üzerinden 1940’larının sonunun yarattığı kaotik toplumun, korku ile nasıl büyüdüğünü ve günümüze kadar nasıl yansıdığını anlamak açısından çok önemli. Neruda; şair, siyasetçi, aktivist ve bir komünist olarak o dönemki toplumun hem ekonomik ve toplumsal olarak çok önünde, orta- üst sınıftan biridir. Tabii ki yaşantısını bu özelliklerine göre kurgulamaktadır. Üst sınıftan zevkleri, eğlenme biçimi, kadınlarla kurduğu bağ toplumun genelinin çok önündedir.

İkinci dünya savaşı sonrası zaten dünya çok karışıktır. Komünist Parti senatörü olan Neruda 1948’de devlet başkanı Gabriel Gonzalez Videla tarafından komünist faaliyetlerin yasaklanması üzerine mecliste sert bir konuşma yaparak yasayı protesto eder. Dönüşü olmayan bir yola giren Neruda için artık tek yol kaçmaktır.

Komünizm Bizi Eşitler mi?

Filmin başından itibaren gördüğümüz komünist Neruda, toplumun geri kalanlarına göre sahip olduğu daha lüks yaşam tarzı; gittiği eğlenceler ve kadınlarla kurduğu gibi özellikleriyle çok daha üstenci bir karakter gibi görünmektedir. Ve bir komünisttir. Bunu aslında Neruda savunduğu sistemin hayatını yaşamıyor anlamında söylemiyorum. Bilakis entellektüel ve sanatçı olmanın doğasında bu var diye analiz etmekten yanayım. Örneğin; Frida Kahlo ve eşi Diego Rivera’nın hayatına baktığımızda benzer bir yaşam şeklini görürüz. Hatta en yakınımıza, Nazım Hikmet’e, gidelim. Nazım ile Neruda şiirleri, yaşantıları, kaçışları ve idealleri birbirine çok benzeyen iki çağdaş şairdir.

Pablo Larraín, Neruda’nın bu halini betimlerken, kendisini bir komünist olarak sorguladığı ayrıntıları da filme dahil ederek objektif bir hal almasını sağlamıştır. Neruda’nın şiirinin ve kişiliğinin hayranı olan işçi kadınla kurduğu diyalogda, kadının Neruda’ya sorduğu devrim sonrasında sizde mi ben de mi eşitleneceğiz sorusu aslında filmin temel karakterini açığa vurmaktadır. Keza Neruda’nın kaçtığı şehirlerden birinde karşına çıkan fakir kıza çok üzülüp ceketini giydirmesi, kendini, komünistliğini ve eşitlenme duygusunu sorguladığı anlardan biridir.

Hayal ile Gerçek Arasında Bir Kaçış Hikâyesi

Neruda, hakkında çıkan yakalama emrinden sonra eşi ile birlikte kaçmaya başlar. Şili’de yer altına inen ve kaçak olan Neruda için bilmediği yeni bir dünyanın kapıları açılmıştır. Steril hayatından çıkan kendini sıradan insanların içinde bulan Neruda için bu kaçış hem kendinden hem de arama ekibinin başındaki komiser Oscar Peluchonneau’dan kaçış sürecidir. Hatta kaçak yaşadığı bu iki senin ayrıntıları sonrasında yazan Neruda, en samimi eserlerini bu dönemde vermiştir. Komiser Oscar, hem hayal hem gerçektir aslında. Evet Neruda’yı arayan izini süren birileri mutlaka vardır . Ama Oscar gibi bir karakterin arayış süreci, ufacık zaman farklarıyla Neruda’yı kaçırışını, her kaçırdığında Neruda’dan bir yazı ya da ip ucu buluşu. Bence filmin en özel anlarından olan Neruda’nın eşi Delia del Carril ile yaptığı sohbet oldukça gerçek üstü görünmektedir. Bir anda filmin esas karakteri haline gelen Oscar, bu haliyle filmin afişinde de gördüğümüz gibi Neruda’yı susturmaktadır. Ve Oscar’ın ölümü ikisini eşitleyecektir.

Benzer Bir Film Celine

Fransız edebiyatının en ünlü isimlerinde Gecenin Sonuna Yolculuk romanından tanıdığımız Louis Ferdinand Celine’nin aynen Neruda gibi kaçak yaşadığı bir dönemi konu alan Emanuel Bourdieu’nun 2016 yapımı filmi Celine, benzer bir hikayeye odaklanmaktadır. Aykırı ve değişken ruh ve politik tavrıyla bilinen Celine, Neruda ile hemen hemen aynı zamanlarda kaçak bir hayat yaşamış, oda hayallerinin en büyük ülke olduğunu fark etmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında, politik hayatın ezdiği bu iki önemli edebiyatçı ancak kendilerinden kaçarak yeniden kendileri olabilmenin kapısını aralayabilmişlerdir.

Neruda filminin sonunda ölüm ile eşitlenen Oscar ve Neruda, tarihin sadece tarih yazanlara bırakılamayacak kadar öznel bir yanı olduğunu ve kişisel tarihin ancak duygular ve hayal ile yazılabileceğini anlamlandırmaktadır. Larraín, bir yönetmen olarak olağan üstü bir sinematografi sergilerken, konuyu anlatış şekliyle de öne çıkmaktadır. Kullandığı renkler, sanat yönetimindeki başarı, muhteşem kurgusuyla enfes bir film karşımızda. Tabi özellikle oyuncular konusunda değinmeden geçmek haksızlık olur. Gael Garcia Bernal ve Luis Gnecco ışıl ışıl parlayan oyunculuklarıyla devleşiyorlar. Kuşkusuz beş yıldızı hak eden senenin en iyi filmlerinden biri. Neruda’nın bir şiirinde dediği gibi bu filmde gerçek ölümde yaşam oluyor.   Kendinize bir iyilik yapın yaşam dolu bu filmi heybenize katın.