01.06.2017
Asfur Filminin Yönetmeni Eylem Şen’le Söyleşi
Asfur: Vatanından kanadı kırık ayrılan halklar
Kucağında bebeği genç bir kadın, onu uyutmaya çalışıyor. Bir ninni mırıldanıyor, biz onu anlamıyoruz. Dilini bilmiyoruz, derdini bilmiyoruz. Ya da anlamıyoruz demek doğru olabilir? Eylem Şen’in nefes almaya devam edebilmek için Türkiye’ye sığınan Suriyelileri anlattığı belgeseli Asfur işte böyle başlıyor. Çocuklar uyusun annelerinin koynunda ama biz gerçeklerin karşısında uyumayalım der gibi bir belgesel. Metropollere yerleşen Suriyeli mültecilerin yaşam koşulları ve onlara karşı yükselen nefret, dışlama, linç girişimleri yanında onların soluk soluğa hayatta kalmak için oksijen maskesine sarılma halleri. Sanki yürekleri her an sıkışık… Belgesel ismini Marcel Khalife’nin “Asfur” adlı şiirinden alıyor. Hatay, İstanbul, İzmir olmak üzere birçok kente göç etmek zorunda kalan Kürt, Bedevi, Ermeni ve Êzidî halkların karşı karşıya kaldığı zorlukları kayıt altına alan Eylem Şen’le vatan kafesinden kanadı kırık ayrılan tüm halklara adadığı belgeselini konuştuk. Asfur henüz festival yolculuğuna çıkıyor, özel gösterimler arıyor. Suriye’den bu yana geçene düşman kesilenle izlemeli bu belgeseli. Yüreğimiz sıkışmalı, sıkışsın, onlarınki her an çarpıyor; korku, kaygı, özlem ve belirsizlikle. Anlamak için çaylarımızı Yönetmen Eylem Şen’le aynı masada değilse de İzmir’de İstanbul’a aynı çarpıntıyla doldurduk, söyleştik…*
Belgeseline konu olan insanlar kimler ve nerede yaşıyorlar?
İstanbul, İzmir ve Hatay’da çektik belgeselimizi… Mahallelerde, köylerde, kent merkezlerinde, kırık dökük binalarda yaşayan Suriyeli göçmenlerin neler yaşadığına tanıklık ettik ve bunu taşımak istedik.
Bir türlü tüketilmeyen bir tartışma var ki onlarla ilgili, o da “misafir” mi yoksa “mülteci” mi oldukları. Bu belgesel çalışması seni hangisine ulaştırdı?
Şu anda Suriyeli göçmenler ve Suriye’den gelen Filistinli göçmenler için geçici bir statü tanımlanmış durumda. “Mülteci” statüleri yok. Bu nedenle de mülteci statüsü ile sahip olacakları haklardan mahrumlar. Mülteci dememek için “Suriyeli misafirler” kavramı kullanılıyor. Çünkü misafir geçici bir süreyle konuk edilen ve ev sahibinin insiyatifine bağımlı bir anlam taşıyor. Sadece devlet kurumları değil medya da misafir kavramını kullanıyor. Oysa Mülteci Der’den Pırıl Erçoban’ın belgeselde dikkatle altını çizdiği gibi, bu kavramlar keyfe keder kullanılacak sözcükler değil. İnsanların haklarını dolayısıyla yaşam biçimlerini belirliyor.
Sonuçta Suriyeliler, savaş nedeniyle ülkelerinden kitlesel bir biçimde kaçmak zorunda kalan mülteciler.
Bu insanlar Suriye’de olup-biten bu savaşı anlayabiliyor mu? Nasıl yorumlar yapıyorlar?
Suriye’de yaşayanlar uzun yıllardır Esad Hanedanlığı’nın zulmünü, yolsuzluklarını ve adaletsizliğini bildiği için böyle bir isyanın çıkmasını genelde normal buluyorlar. Örneğin çok uzun yıllar boyunca Suriye’de yaşayan Kürtler’in kimlikleri dahi yok. Devlet onları tanımıyor dolayısıyla hiçbir hakları da yok.
Ama kaçanlar Esad’dan kaçmış değil sadece El Kaide ve çetelerinden, IŞİD’den de kaçtıkları için ülkelerini terk ediyorlar. Gelinen durumda herkes savaşın durmasını ve kimsenin ezilmeyeceği bir statükonun sağlanmasını istiyor. Ama bunun nasıl olacağı konusunda bir fikirleri yok. Yine de Rojava büyük bir kısmına umut veren tek şey, sadece Kürtlere değil Ezidilere, Ermenilere, Hristiyanlara da ümit veriyor.
Galiba 3-4 yaşlarında bir çocuk “Benim tabancam var/ben Suriye’de birini öldürdüm” diyor. Sizin belgesel için çevirdiğiniz kameraya o çocuk evinin penceresinden neden böyle bir şey söyler?
Gördükleri duydukları yaşadıkları böyle bir anlam dünyası yaratmış olmalı. Biz de çok şaşırmıştık söylediklerine. Fakat daha sonra düşündüğümde, üzerlerine bombalar yağan, insanların kolaylıkla öldürüldüğü bir savaş ortamında çocuklar için ölüm ‘oyun’ olarak kabul gördüğünü fark ettim. Kitlesel ölümlerin yaşandığı bir coğrafyada başka nasıl olabilir ki?
Çocuklar için Türkiye’de hiçbir olumlu girişim yok. Bir kaç ilde valilikler eğitim imkanı sağlamak için okullar açtı. Ama bunun dışında çocukların büyük çoğunluğu İzmir, İstanbul gibi kentler başta olmak üzere okula gidemiyor. Hiçbir imkandan yararlanamıyor. Örneğin İzmir’de belediyelerin semt evleri var mahallelerde. Bu kurumlar Suriyeli mülteci çocuklara yönelik bir sürü olumlu iş yapabilecekken onlara yokmuş gibi davranıyor. Hatta İzmir Büyükşehir Belediyesi mahallelerde çocuklara süt dağıtıyor fakat Suriyeli çocuklara süt vermiyor. Bu konudaki başvuruları da görmezden geliyor. Çünkü Suriyelilerin hiç bir hakkı olmadığı için seçimlerde oy kullanma hakkı da yok. Bu nedenle belediye onların varlıklarını ve sorunlarını görmezden gelmeyi tercih ediyor. Tüm bunları görmek insanı gerçekten dehşete düşürüyor.
Nasıl kaçmışlar, yolda neler yaşamışlar?
Türkiye sınırından geçerken çoğunlukla kimi zaman askere rüşvet vermek zorunda kalmışlar. Kimi zaman iki paket sigara kimi zaman daha fazlası… Bunun yanısıra şiddet görenler, askerden dayak yiyenler de var.
Kaçış yolculuğu ise adım adım ilerleyen bir süreç. Önce Suriye sınırları içinde daha güvenli bir yer. Sonra mecbur kalırlarsa sınırı geçiyorlar. Önce sınır köyleri ya da Hatay, Urfa il merkezleri. Sonra iş bulmak ümidiyle Antep ya da İzmir, İstanbul gibi büyükşehirler… Bütün bu süreç ise başlı başına çok zor.
“Çerkesler bize yardım etti” diyorlar. Çerkesler Suriye’den zorunlu gelen bu insanları tehdit olarak görmüyor herhalde?
Türkiye’deki Çerkesler, Suriye’den gelen Çerkesler’e yardım ediyor. Dernekleri var ve Hatay civarında örnek bir örgütlülükleri var. Belgeselde konuşan kadının kendisi de Çerkes. Onlar Rusya’nın baskı ve zulmünden kaçıp önce Golan dağlarına, İsrail’in işgalinden sonra da Suriye’ye göç etmişler. Şimdi de Suriye’den Türkiye’ye gelmek zorunda kaldılar. Ama yine de yaşadığı yeri vatan biliyor demek ki insan. Çünkü Suriye’den bahsederken gözleri doluyor, insan vatanından nasıl ayrılır diyerek Suriye’yi vatanı olarak kabul ettiğini ifade ediyor. Yüzbinlerce insan geliyor, özel olarak Çerkeslere yardım ettiklerini biliyorum. Ama tabi diğerlerine etmiyorlar demiyoruz.
Özellikle Êzidiler kimliklerini neden saklıyorlar?
Êzidiler hakkındaki hurafeleri biliyorsunuz. Türkiye’de insanların büyük bir kısmı bunlara inanıyor. Bu nedenle baskı altında hissediyorlar. Sonuçta zaten yüz yıllardır ayrımcılığa uğrayan bir grup, sürekli temkinli yaşamak zorunda hissediyor kendini. Son IŞİD saldırıları sonrası toplu halde gelenlere Kürt halkı örgütlü bir biçimde sahip çıktığı için son dönemlerde en azından bu konuda bir kırılma olduğu söylenebilir. Ama metropollerde halk arasında bu tür yaygın ve yanlış görüşlerin değişmesi kolay olmuyor.
Türkiye’de mutlular mı? Korkmuyorlar mı?
Yıllardır alışık oldukları kültürden, dostlarından, sevdiklerin ayrılmak başlı başına mutsuz eden bir durum ama hayatta kalmış oldukları için bir yandan da mutlulular. Ama karşılaştıkları yaşam zorlukları nedeniyle yaşadıkları çaresizlik onları mutsuz ediyor elbette. Bir de Suriyelilere yönelik ayrımcılık ve nefret körüklendiği için huzursuz ve tedirginler.
Burada nelerden korkuyorlar?
Nefret, ayrımcılık, açlık, işsizlik, çalıştıkları yerlerde paralarını alamadan işten kovulmak, savaş bitmeden Türkiye’den kovulmak, çocuklarının geleceği, eğitim imkanlarından yoksunluk, Suriye’de barış ortamının sağlanmama ihtimali, ülkelerine geri dönememe ihtimali, Esad’ın ajanlarının onların sınırı geçtiğini öğrenmeleri ihtimali…
“Suriye’de kalıp, toprakları için savaşsalarmış” da deniyor ya. Öyle bir seçenekleri var mıydı?
Bu bir seçim ve zaten bu yönde seçim yapanlar savaşıyor. Herkes savaşmak yönünde seçim yapmak zorunda değil. Ailesinin ve çocuklarının yaşam hakkı için savaş ortamının dışına çıkmak en doğal insan hakkı.
Ayrıca bunu söyleyenler şu anda savaşanlara nasıl bir katkıda bulunuyor? Onlara nasıl bir destek sunuyor? Bu tür şeyler söyleyen insanlar kendileri hayatları boyunca hiçbir şey için mücadele etmemiş insanlar oluyor genelde. Yanıbaşlarında süregiden katliam nedeniyle ülkemize gelen insanları yük olarak görüyor ve onların sorunları ile ilgilenmemenin vicdanlarında yarattığı huzursuzlukla baş etmek için kendisine mazeret bulmaya çalışıyor.
Belgeseline neden “Asfur” adını verdin?
Asfur belgesel filmi ismini Marcel Khalife’nin yazdığı bir şiirden alıyor. “Kafesinden kaçan bir kuşun hikâyesi hakkındaki bu şiir, tutsaklıktan kaçmak ve özgürlük hakkında olduğu için dilden dile dolaşan ve birçok müzisyen tarafından söylenen bir şarkı haline geliyor. Kimilerine göre Filistin, kimilerine göre Lübnan, son günlerde ise Suriye için söylenen bu şiirin bana “kafes” olan vatanından kanadı kırık ayrılmak zorunda kalan tüm halkları sembolize ediyor.
Çekimler nasıl geçti? Sizi ya da görüştüğünüz insanları korkutan şeyler var mıydı? Varsa neler?
Görüştüğüm insanların büyük çoğunluğu kamera ile çekimi kabul etmedi. O nedenle görüşme yaptıklarımın önemli bir kısmı belgeselde yer almıyor. Çünkü insanlar kamera kaydı yapıldığı takdirde bu kayıtların Esad’a ulaşabileceğini düşünüyorlar ve bunlar korkuyorlar.
Bir de içinde bulunduğu yoksunluğu ve yoksulluğu insanlara göstermeyi onur kırıcı bulanlar var. Onlar da bu nedenle kamera ile çekim yapılmasına razı olmuyorlar.
Böyle konular çok duygusal olmaya ya da ajitasyona da müsait. Senin belgeselinde çok dramatik bir an güldürebiliyor. Ya da karamsarlık izi kalmıyor sanki. Bunu nasıl yapabildin? Mesela bunlar özellikle kaçındığın şeyler miydi ?
Evet, özellikle kaçınmaya çalıştım çünkü Suriyelilerin ihtiyacı olan şey insanların onlara acıması, onlar için üzülmesi değil. Onların yaşam ve çalışma koşullarını anlaması bu yönde düşünmesi önemli. Onlar için hiçbir şey yapmayacak bile olsa insanların düşüncelerinin değişmesi nefretin ve ayrımcılığın zayıflaması açısından anlam taşıyor. Çünkü herşeyden önce insanlar sahiden ne olduğunu ne yaşandığını bilmiyorlar. Bunu öğrenmek için özel ve sahici bir çaba gösterdikleri de söylenemez. Medya üzerine düşeni hakkını vererek yapmıyor ve Suriyeli göçmenlerin koşullarını ve hak taleplerini halka ulaştırmıyor. Spekülasyon ve ön yargılar çok yaygın. Hiç ummadığınız insanlar saçma sapan şeylere inanabiliyor. Tüm bu kara propagandanın son bulması için ve savaş mağdurlarının sorunlarının sahiden dünyanın ortak sorunları olduğunun farkına varılması için çaba göstermek önemli. Bu yönde bir çaba gösterdiğimi söyleyebilirim.
Nerede ne zaman izlemek mümkün olacak Asfur’u?
İlk gösterimi, İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde Mayıs ayında gerçekleşti. Ege Belgesel Film Günleri’nde gösterildi. Antep’te Kırkayak Sanat Merkezi’nde gösterildi. Eylül’de Karaburun Bilim Kongresi’nde gösterilecek. Aslında Hatay, İstanbul ve Ankara’da gösterimlerinin yapılmasını çok isterim. Ama benim tek başıma bu gösterimleri organize etmem mümkün değil. Konu ile ilgili kurumlar, sendikalar, odalar, demokratik kitle örgütleri üzerinden bu tür organizasyonlar yapılabilse toplum içindeki nefret ve ayrımcılık konusunda olumlu bir atmosfer yaratmaya katkısı olacağına inanıyorum.
Söyleşi: Ayşen Güven
*Bu söyleşi ilk kez Evrensel Pazar’da yayınlanmıştır