24.06.2017

Berlin Syndrome: Farklı Bir Dünyanın Ortasında Kapana Kısılmak

Avustralyalı Shortland’ın Almanya Seferi…

Avrupa’nın prestijli festivallerine baktığımızda genelde yan bölümlerde karşımıza çıkan Cate Shortland, yarattığı atmosfer filmleriyle sinemasında duyguların hâkim olduğu bir dünyaya izleyicilerini çağırıyor. Özellikle Lore öyle bir filmdi. Somersault ve Joy, Lore filmine göre daha didaktik ilerleyen filmlerdi. Shortland yeni filminde de atmosfere dayalı bu becerisini gerilim türünde izleyicilere aktarmaya çalışıyor. Hatta psikolojik gerilim olarak da sınırlandırabileceğimiz tür sinemasına kendince bir şekil yaratmanın peşinde diyebiliriz.

Berlin Sendromu ise Lore’da Shortland’in hareketli kamerasıyla blurların fazlaca kullanıldığı ve sanki zamanın bir anlığını durduğu görseller yaratma becerisini bu filmde de sürdürüyor. Başrol oyuncusu Teresa Palmer’ın kendine has yüzü ve farklı bir dünyadan gelmişcesine bakışlarının da yardımıyla filmin başında filmin nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz.

Atmosfer Yaratmada Başarılı Bir Çalışma…

Bir tekinsizlik filmin içinde hâkim, bunun farkındayız. Yine de anlamlandırmak için kodların peşinden ilerlememiz gerekiyor. Hiçbir açıdan istifini bozmayan ve kişilik özelliklerini çözmek açısından tüyo vermeyen bir adamın, bu cennetten düşmüş gibi duran kızla tanışması üzerine film gerilim sularına yelken açıyor. Alman oyuncu Max Riemelt’in canlandırdığı Andi, izini belli etmeyen psikopat kişisel özelliklere sahip adam rolünde soğukkanlı bir performans sergiliyor.

Berlin’in terk edilmiş bir apartmanın içinde yalnızlık ve çaresizliğinin içinde Andi karakterinin tepkisizliği filmin gerilim dozajının artmasına neden oluyor. Terasa Palmer kurban karakter Clare’in evinden uzak ve çaresiz haliyle klasik Hollywood oyunculuğunun özelliklerini Avrupa filmi dokulu Berlin Sendromu’nun içerisinde sergilemeye başladığında, nedense o büyüleyici görselliğini kaybediyor. Belki de farklı oyuncu tekniklerinin uyuşmaması da denilebilir.

Senaryo Zayıf Kalıyor

Max Riemelt kendi evi Almanya’da rahat ve ondan ne isteniyorsa onu veriyor. Daha fazlasını ortaya koyma gereği duymuyor. Bu yüzden de Hollywood gerilim filmlerine alışanlar için bu yaklaşım filmi izlerken itici gelebilir. Ancak Shortland kendi tarzından ödün vermek niyetinde olmadığından kontrolünü kesinlikle kaybetmeden filmin kurgusunun istediği gibi ilerlemesine vesile oluyor.

Avustralya yapımı Berlin Sendromu bu doğrultuda ilerlerken, yakın dönemde festivallerde gösterilen Hounds of Love ise yine Avustralya’dan çıkıp bu sefer Hollywood formüllerine daha sadık bir iş olmuştu. Tabii o film bu yüzden daha çok beğenilmişti. Berlin Sendromu ise yavaş temposu ve bunaltıcı atmosferiyle herkese hitap eden bir film değil diyebiliriz.

Filmde kullanılan tersten mikslenen müzikleri, yavaş çekimler ve izleyiciyi yabancılaştıran flu planlar filmin atmosfer yaratmadaki başarısına dair söylenebilecek ayrıntılar olarak göze batıyor. Filmin hikayesinde Avustralya’dan gelen bir kadının, Berlin gibi evine uzak bir coğrafyada sanatsal çalışmalar üzerine eğilirken bir adamdan hoşlanarak onun mahkumu olmasına sürecine eğilirken ne yazık ki senaryo bakımından pek de orijinal yaklaşımlar sunamıyor.

Herkese Hitap Etmeyen Dram Kökenli Bir Psikolojik Gerilim

Filmin adında geçen Berlin Sendromu’nun anlamının Doğu Almanya’da sıkışan Batı Berlinlilerin kapalı alanda sıkışmışlık hissinden geldiğini düşünürsek Clare’in mahkum edilmesi de anlam ve metafor olarak birbirini tutan noktalara temas ediyor. Clare’in yalnızlığı onun hedef haline gelmesine neden oluyor. Bu yüzden de buhranın içine çekilmesine neden oluyor. Geçmişte bu sendromdan muzdarip insanlar intihar ederlermiş. Clare ise hayatta kalmanın yollarını arıyor. Bu açıdan da film bir anlamda kendine ironik bir bakış açısı yaratmanın yollarını arıyor.

Son tahlilde Cate Shortland gibi kendine has bir üslubu olan yönetmenin tür sinemasında bir denemesine tanıklık ediyoruz. Görsel bakımdan tatmin edici karelerinin olmasına rağmen senaryo anlamında aynı duyarlılığın gösterilmemesi filmin eksi faktörü haline geliyor. Filmin hikâyesi kaldırmadığı halde film süresi fazla bonkör kullanılmış. Bu yüzden de kurgunun gevşek bir yapıda savruklaştığı söylenebilir. Finalin ise tam bir hayal kırıklığı olduğunu belirtmekte yarar var. Tahmin edilebilir ve kolaycı bir hareket olmuş. Finali gördüğünüzde bu film neden bu kadar uzatıldı diye düşünüyorsunuz. Kısaca iyi bir yönetmenin dram şablonunun psikolojik gerilim türüyle uyuşmaması sonucunda bu film ortaya çıkmış. Umarım ileriki filmlerde Shortland daha iyi işler ortaya koyabilir.