26.09.2017

24. Uluslararası Adana Film Festivali Günlükleri #1

24. Uluslararası Adana Film Festivali yenilenen ekibiyle bir kez daha sinemanın nabzını tutmak üzere konuklarına ve izleyicilere kapılarını açtı. İlk göze çarpan şeyin festivalin iyi seçilmiş zengin içerikli programı olduğu söylenebilir.

Özellikle ulusal ve uluslararası yarışma bölümünde yarışan filmler adeta yıldızlar kadrosu niteliği taşıyorlardı. Yan bölümlerin zenginliği ve kültürü desteklemek üzere etkinliklerin fazlalığı da göze çarpan en önemli unsurlardan birileriydi.

Ancak ilk gün nazar boncuğu mu desek bilmiyorum ama ulaşım ve konaklama konusunda son derece sıkıntılı hatalar ortaya çıktı. Tabii bunun nedeninin ilk günkü yoğunluğa bağlamak mümkün görünüyor. Hatta Adanaspor ile Adana Demir Spor arasındaki derbi maçın olacağı tarihe festivalin açılışının denk getirilmesinin bile bu tip durumlara sebebiyet vermesi olası gözüküyor.

Bir de programda açıklanan kimi filmlerin aniden yok olup değişmesi durumu da biraz can sıkıcı durumlardan biri olarak göze çarpıyor. Bu durumları ilk günün telaşına bağlayabiliriz. Belki de yapılan hatalar diğer günlerde telafi edilirse festivalin genelinde ilk gün telaşı unutulabilir.

Ancak açılış filminin teknik nedenlerle gösterilememesi açıkçası böylesine iddialı ve saygın bir festival adına pek de hoş karşılanmayacak durum olarak akılda kalacaktır.

Festivalin açılışı Sheraton otelde açık havaya hazırlanan sahne eşliğinde olması gerektiği gibi gerçekleşirken değerli sanatçılara onur ödülleri büyük bir coşkuyla takdim edildi. Birbirinde önemli sinema emekçileri anıldı, videolar eşliğinde nostaljik anlara vesile oldu.

Dünya sineması kuşağından iki önemli film ilk günün keşfedilmesi gereken önemli parçalarıydı.

NOVEMBER

Tribeca Film Festivali’nden en iyi sinematografi ödülüyle dönen November, popüler bir Estonya kitabı olan Rehepapp’dan uyarlanmış. Hatta yönetmenin uyarlanması zor bir kitabın altından başarıyla kalktığını söyleyebiliriz. Çünkü filmin gerçeküstücü öğeleri, yer yer absürt bir üslupla ilerlerken, bir yandan inanılmaz karanlık bir hayat tasviri filmde anlatılıyordu. “Ölüm”, “Umutsuz Aşıklar”, “Şeytan” temaları üzerinden ilerleyen film bir romandan uyarlandığını belli edercesine edebi repliklerini izleyiciye sunmaktan çekinmiyordu.

Filmin siyah beyaz çekilmesinden yararlanılarak estetik sahnelerin peş peşe sıralandığı, atmosfer kurmada başarılı bir film ortaya çıkarılmış. İleride gömülü hazine ya da kült film statüsünde değerlendirilmesi olası gözüken bir yapım olarak çarpıcı olmayı başarıyordu. Adeta bir festival sürprizi olarak not edilebilir.

Filmin yönetmeni Rainer Sarnet’i bir yere not etmeyi de unutmayın. Çünkü yönetmen filminin malzemesini çok iyi kullanarak, ilerideki çalışmalarında daha başarılı filmler ortaya çıkarabilir. Estonya’dan çıkan bu güzel filmi aklınızda bulundurun.

BABA VANGA

Tüm yaşamı boyunca bir gizem unsuru olan Baba Vanga’nın gerçek hikâyesinden uyarlanan film, biyografik unsurları kullanmak yerine ana karakterinin beynine girmeye çalışıyor. Onun düşünce sistemiyle düşünmeye çalışırken ucu açık ve sonlanmayan bir tünelin içinde adeta kayboluyor. Biçim olarak deneysel bir üslup benimseyen yönetmen Aleksandra Niemczyk, hikaye anlatımı konusunda tökezliyor. Bir anlamda filmini bir sanat projesi haline getirmeyi tercih ediyor. Sinematografik yetkinliği önemsemiyor. Filmin başında da karakterin en saf olduğu boş zamanlarını geçirdiği dakikalara odaklanarak insanların bir kahin olarak tanıdığı Baba Vanga’yı bir insan olarak göstermeye çalışıyor. Bu film her bünyeye uygun gelmeyen donuk ve yapıbozumcu tavrıyla her izleyiciye uygun bir film olmadığını gösteriyor. Nitelik film bitmeden 28 kişi salonu terk etti.