15.10.2017

FİLMEKİMİ: Thelma

Çarpıcı Bir Büyüme Hikâyesi

2011 yapımı Oslo, 31. August ile birçoğumuzun radarına giren Norveçli yönetmen Joachim Trier, her ne kadar ikinci uzun metrajı olan Oslo, 31. August ile yakaladığı beklenmedik başarısını Louder Than Bombs’da sürdürememiş olsa da yine de film övgüyle karşılanmıştı. Açıkçası Louder Than Bombs’un aldığı övgülerin hâlâ Oslo, 31. August’un etkisinden çıkamamış seyircinin algı yanılsaması olarak değerlendirmişimdir hep. İşte bu nedenle henüz iki yıl geçmemişken tekrar bir film ile festivallerde arzı endam eden Trier’in son filmi ile ilgili bir tedirginlik vardı açıkçası. Prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nde aldığı övgüler sonrasında tedirginlik ile birlikte merak duygusunun da egemen olması heyecanı oldukça arttırmıştı. Nihayet Filmekimi’nde perdede arzı endam eden Thelma, gelmiş geçmiş en iddialı büyüme hikâyelerinden biri olmayı başararak sınıfı pekiyi ile geçmeyi başardı en azından benim nezdimde.

Sinema tarihinde en çok mevzu bahis konulardan biri olan sancılı büyüme hikâyelerinden biri olan Thelma, bu külliyat arasından birçok yönüyle sıyrılarak gelmiş geçmiş en şahsına münhasır coming of age filmlerinden biri oluyor. Öyle ki Trier, bu filmiyle isminin usta yönetmenlerle birlikte zikredilmesini sağlıyor. Etkileyici bir prolog sahnesiyle perdede arzı endam eden Thelma, başkarakteri çocukluk yıllarındaki haliyle tanımamızı sağlıyor ilk olarak. Hem de tüm film boyunca soracağımız soruların ilk tohumlarını çok çarpıcı bir şekilde ekiyor.

Hıristiyanlık dininin sürekli hedefte olacağı filmin bu prolog sahnesi açıkçası benim aklıma Hz. İbrahim ile oğlunun hikâyesini getirdi. Zira önce geyiğe sonra da Thelma’ya çevrilen tüfek ile İbrahim’in önce oğluna sonra da koyuna doğrulttuğu bıçağın pek de farkı yok. Neyse ki filmde geyik, tüfeğin hışmından kaçarak kurtuluyor. Tabii Thelma da… Bu etkileyici giriş ile filmin tamamına yayılacak dini referanslar ve çözmekte zorlanmamız bizzat istenilen derin mevzunun ipuçları eteğimize atılmış oluyor. Açıkçası bu kadar soru işareti ile biz seyircileri zorlu bir etaba davet eden Trier’in peşinden gitmek hayli heyecan da veriyor.

Yeniden Doğmuşçasına Bir Keşif…

Daha geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde Raw filmiyle şahit olmuştuk üniversiteye giderek kendini gerçekten keşfetmeye başlayan ve bu keşif ile fazlasıyla sancılı bir büyümeye maruz kalan karaktere. Henüz akıllardan Justine karakterinin istemeden de olsa yaptığı vahşetin sarsıcılığı ama aynı zamanda da çektiği acının verdiği derin sızı çıkmamışken yine aynı yollara gark olacak bir karakter çıkıyor karşımıza.

Thelma, aşırı dindar ailesinin ilk defa onu sarıp sarmaladığı kozasından çıkarak üniversiteye geliyor. Sürekli ailesinin kendisine yaşattığı hayatı yaşamış, ona yansıtılanlara inanmış olan Thelma, adeta yeniden doğmuşçasına her şeyi keşfetmeye başlıyor. Bir bebeğin tatları, cinsel organını tanıması gibi bir keşfediş yansıyor perdeye. Yalnız Thelma’nın tıpkı Justine gibi diğer insanlardan farklı bir özelliği var. Thelma psişik güçlere sahip ya da Thelma’nın gözünden her şeyi gören veya algılayan biz seyirciler öyle olduğuna inandırılıyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar olanlar hep Thelma’nın gözünden bizlere aktarılıyor. Bu durumda da açıkçası tek bir kişinin aktarımının çok da güvenilir olduğunu düşünmemekteyim. Zira başkarakter tamamen hayal dünyasında geçen bir hikâyeyi de bizlere aktarmış olabilir. Bu nedenle Thelma’nın doğaüstü güçlerinin egemen olduğu bir hikâye olarak herkes tarafından yansıtılmasını çok da doğru bulmuyorum. Açıkçası Thelma, kafasında tasarladığı hayatı bizlere aktaran usta bir anlatıcı. O ne derse inanmak zorunda kalıyoruz. Zira başka türlüsünü görmemize izin verilmiyor.

Ama her ne kadar Thelma’nın doğaüstü güçlerinin gerçekten olmama gibi bir ihtimale daha çok inansam da öyle olduğunu varsaydığımızda birçok film ile akrabalığı olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Sayısız filme referans olarak gösterebileceğimiz Thelma, en çok Brian De Palma’nın kült filmi Carrie ile çok yakın bir ilişki içerisinde. Zira dindar bir anne tarafından baskılanmış Carrie’nin okul ortamında yaşadıkları sonucunda güçlerini keşfederek uyanışı Thelma’nın yaşadıklarıyla birçok noktada kesişiyor. Trier’in hem ustaya saygı duruşunda bulunmak isteyişi hem de ondan engellenemez bir şekilde esinlenişini kimse inkâr edemez sanırım.

Cinsellik ile Başlayan Bir Keşif

Yukarıda ismini zikrettiğim filmler dışında da birçok film ile yakın bir flört içerisine giren Thelma’nın hem dine hem de modern toplumun dayattığı klasik aile modeline savaş açması seyirci olarak bizleri kendine bağlayan en önemli yönleri oluyor. Zaten Hıristiyanlık kurumu ile aile birbirini tamamen bütünlüyor filmde. Zira Thelma’nın babası ile diyalogları tam olarak akıllara Katoliklikte var olan günah çıkarma ritüelini getiriyor. Baba, filmde bir nevi Papaz hatta daha da ileri gidersek Tanrı rolünü üstleniyor. Fakat her ne kadar Thelma, her anını Hıristiyanlık dinine tapınarak geçirse de dinin çatısı altından ayrıldığı an yoldan çıkıp asıl rotasını buluyor. Ya da yıllarca ona dikte ettirilen hayatı yaşayan ona anlatılanlara inanan, bilinçaltına vurulan kilide ses çıkarmayan Thelma, bu esaretten en çok da cinselliği keşfetmesiyle kurtulmaya başlıyor.

Ama Thelma’ya bir nevi yol açan, her adımına öncü olan bir hayvan oluyor en önemlisi. Bir serçenin intiharı ile başlayıp devam eden bu döngü, Thelma’nın her eyleminden önce kendini gösteriyor istisnasız. Adeta Thelma’nın özgürlüğe açılan kapısı hayvanların öncülüğünde gerçekleşiyor. Zaten filmin efsanevi afişi de bu durumu fazlasıyla özetliyor.

Son tahlilde Thelma, dinin ve ailenin esaretinden kurtularak, kendini keşfeden ve bu keşifle birlikte de intikam mekanizmasını çalıştıran güçlü bir karakter filmi. Adeta küllerinden doğan bir anka kuşu gibi… Yer yer erotizm süslü cinsel sahnelerin muazzamlığı (birçok sahnenin şimdiden kültleşeceğini garanti edebilirim), bir kadının esaslı hikâyesi olması açısından feminist göndermeleri de görmezden gelmemek gerek.  Asla gerçeğin ne olduğunu anlamamıza izin verilmeyen yapısı, peşinden soluksuzca koşmamızı sağlayan kurgusu, ilmik ilmik işlenmiş, çetrefilli senaryosu, güçlü karakterleri, hayran olunası oyunculukları ve elbette filmin içine sirayet etmemizi her an daha da tetikleyen sinematografisiyle Thelma tek kelimeyle kusursuz bir film.

Özellikle başkarakter Thelma’ya ilk oyunculuk deneyimi olmasına rağmen başarıyla hayat veren Eili Harboe’ya hayranlığımı da gizleyemeyeceğim. Özellikle bu tarz filmlerde alışık olmadığımız bir yüz ile karşılaşmak çok daha tatmin edici bana kalırsa. Ne diyelim Trier, henüz dördüncü filmiyle başyapıtına imza atarak ne kadar iddialı olduğunu dosta düşmana ispatladı sanırım.