02.06.2017

A Cure For Wellness: Hastalıklı Zihnin Sağlıklı Kabusları

Verbinski’nin Gerilime Dönüşü…

En son Lone Ranger filmiyle hezimete uğrayan Gore Verbinski, her şeye rağmen filmografisindeki sağlam filmleri sayesinde töleransı yüksek bir yönetmen olmayı başarıyor. Bunun neticesinde de yeni filminin görkemli fragmanı büyük beklentilere neden oldu. A Cure For Wellness / Yaşam Kürü bu yüzden de dikkat çekmeye başladı. Fakat eleştirmenlerden ilk gelen eleştiriler pek parlak değildi. Bu yüzden de kafalarda soru işaretleri belirdi. Peki film vizyona girmişken gerçek sonuç neydi?

Filmin kısaca konusunu şöyle özetleyebiliriz. Lockhart (Dane DeHaan) büyük bir şirketin önemli müşteri temsilcilerinden biridir. Ancak yine de çok dikkat çekememiştir. En önemli müşteri temsilcisi Morris ani bir şekilde hayatını kaybedince yönetim kurulundaki bir süredir kayıp olan yetkiliyi bulma görevi Lockhart’a kalır. Bu adam İsviçre’de bir kaplıca tesisine gittiği halde geri dönmemiştir. Lockhart basit bir iş olarak görünen kaplıcada gizemli olayların döndüğünü keşfeder. Bu sırları açığa çıkartmak hiç de kolay olmayacaktır.

Avrupa – ABD Arasındaki Kültür Farkları Filmin Tekinsizliğini Oluşturuyor

Verbinski başarılı olduğu gerilim türüne geri dönerken yine tekinsiz mekanlarda filmine atmosfer yaratmayı hedeflemiş. Özellikle Avrupa’nın pek bilinmeyen köşe bucaklarında ıssızlığın gerilimini, ABD’li seyirciye geçirmeyi hedeflemiş. Pek fazla bilginin olmadığı bu Avrupa köşesi sayesinde, 2. Dünya Savaşı’nda bu yana gelen ırklar arasındaki soğukluüun ürpertici  etkisi kullanılmış. Böylece Amerikalı seyircinin bilinmeyen bölgelerde kaybolması hedeflenmiş. Nitekim film bu konuda kendine has bir başarı elde ederek Nazi kampı etkisi bırakmayı başararak gerilim dozajını yükseltmeyi sonuna kadar etkili bir şekilde  gerçekleştirmiş.

Filmin başrol oyuncusu Dane DeHaan’in fiziksel görünüşü itibariyle Leonardo Di Caprio’ya benzerliği nedeniyle filmi izlerken seyircinin aklına ilk gelen film Shutter Island olacaktır. Ancak film aynı paralelde ilerleyen bir iş olarak benzerlik göstermiyor. Bu filmdeki sağlık merkezi ya da kaplıca bir hapishane gibi resmedilirken Shutter Island’da bir akıl hastanesiyle karşı karşıyaydık. Belki yakın mekanlar ama aynı değiller. Bu açıdan iki filmin uzaktan akraba olduğunu söylersek pek de yanılmayız.

Kimi sahnelerdeki şiddet öğelerinin cüretkarca kullanılması ve Avrupa’nın çıplaklık konusundaki tabusuzluğunu cömertçe sergileyen yapım, her izleyicinin tahammül edebileceği esnekliğe sahip bir film sayılmaz. Yaşlı insanların şekilsiz vücutlarından kendi içinde bir sınırsız estetik yaratmayı hedefleyen yapım, görsel bir deneyim olarak fragmanlarda vaat edileni karşılıyor.

Mekân Adeta Filmin Önemli Bir Karakteri Haline Getirilmiş

Filmdeki mekanın eski ve tarihi bir yer olması sebebiyle mekan kullanımı filmin en önemli faktörlerinden biri haline geliyor. Adeta bir karaktere dönüştürülen mekan, suyun gizemi ile birlikleştiğinde merak unsurlarının ve gizem faktörünün yükselişe geçmesini sağlıyor. Bu açıdan minimalist sanat yönetiminin büyük bir payı olduğunu söylemekte yarar var. Geçmişin buhranları ve tüyleri diken diken eden gerçekleri sayesinde film hikayesini sonuna kadar canlı tutmayı başarmış.

Ancak filmin kurgusu çerçevesinde öyle büyük bir beklenti yaratılmış ki, izleyicinin bu potansiyelden daha büyük sonuçlar beklemesine yol açılmış. Doğal olarak filmin tahmin edilebilir final kısmı bu yüzden az da olsa hayalkırıklığına uğratıyor. Buna rağmen ustaca çekilen sahneleri ve karanlık atmosferiyle film bir anlamda uyanılamayan bir kabusu andırdığından dolayı ilgi çekici olmayı başarıyor.

Filmdeki zengin içeriğin zayıf bir noktaya bağlanması ve kimi oyuncu performanslarının tekinsiz olmak adına fazla abartıya kaçarak tuhaf bir ruh haline bürünmesi filmi yer yer inandırıcılıktan koparıyor. Bu hesapsız süreç can sıksa da, genel hatlarıyla Yaşam Kürü iyi çekilmiş bir film olduğunu belli ediyor. Eli yüzü düzgün gerilimleri özleyenlerin denemesini tavsiye ederim.