26.04.2019

Altın Eldiven: Bir Katilin Anatomisi

Seri katil hikâyelerini okumayı ve beyaz perdede izlemeyi sever misiniz? Bu sorunun cevabını vermek polisiye türünün sevenleri için hiç düşünmeden cevaplayacakları bir soruya dönüşse de türe biraz daha mesafeli duranlar için daha zor cevaplanabilir. Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Fatih Akın imzalı Altın Eldiven (Der goldene Handschuh – The Golden Glove) adlı film, polisiyenin seri katil yüzünü ekrana taşıyor ve herkes tarafından kolay izlenmeyecek bir hikâye anlatıyor. Sinemada insani sınırları zorlayan filmlere aşina olanlar için izlemesi zor olmayan bu yapımı son derece rahat izlemiş bir sinemasever olarak sizlerle filme dair izlenimlerimi paylaşarak artı ve eksi yönleriyle değerlendireceğim. Hazırsanız başlayalım.

Film dünya prömiyerini geçtiğimiz Şubat ayında gerçekleştirilen 69. Berlin Film Festivali’nde yapmış ve burada büyük ödül olan ”Altın Ayı” için yarışmıştı. Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın‘ın, Heinz Strunk‘ın ilk kez 2016 yılında yayımlanan aynı adlı kitabından uyarladığı film, 1970’li yıllarda Hamburg’da dört kadını öldüren ve öldüreceği kişileri Zum Goldenen Handschuh adlı bardaki kişiler arasından seçen seri katil Fritz Honka‘nın hikâyesine odaklanıyor.

Honka ilk bakışta zararsız ve acınacak bir tip gibi gözüken, fakat kaybedenlerin ve dışlanmışların müdavimi olduğu ”Altın Eldiven” adlı barda seçtiği kurbanlarını çatı katındaki evine götürerek öldüren bir katildir. Cesetleri evin kilerinde saklayan Honka, bir süreliğine de olsa düzenli bir işe girip Altın Eldiven’den uzaklaşır. Fakat korkunç alışkanlıklarından kurtulması kolay değildir ve işlediği cinayetler, polisin tüm umursamazlığına rağmen artık saklayamayacağı hale gelir. Savaş sonrası ekonomik bir kalkınma mucizesine imza atan fakat insanların buna tezat oluşturacak biçimde güvensiz ve korku içinde yaşadığı 1970’ler Almanya’sının çarpıcı bir portresini sunan filmde başrolü üstlenen 1996 doğumlu Alman oyuncu Jonas Dassler, kapsamlı bir makyajla 40’lı yaşlarının ortasında olan Fritz Honka’ya tıpatıp benzer hale getirildi.

70’ler Almanya’sının Korkulu Rüyası: Fritz Honka

Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın‘ın önceki işlerinden bir hayli farklı konumda olan film, seyircisine hazmetmesi kolay olmayan bir hikâye sunuyor. Polisiye türünün sevenleri için seri katil hikâyelerinin ayrı bir yeri vardır. Büyük çoğunlukla geçmişlerinde ve özellikle de çocukluklarında yaşadıkları travmalar sonucu karakteri şekillenen bu kişilerin işlediği cinayetler her ne kadar korkutucu olsa da altında büyük bir dramı barındırır. İşte Fatih Akın da filminde Almanya’nın 70’li yıllarına damga vuran bir seri katilin hikâyesine odaklanıyor ve bizlere katilin psikolojisi, kurbanlarını seçme yöntemi, cinayetleri işleme ve yok etme anı ile sonrasında hayatının normal akışına dönüşünü tüm gerçekliği ile anlatıyor.

Zum Goldenen Handschuh: Katilin Kapanı

Filmin açılış sekansının 1970 yılında katilin evinde diyalogsuz bir şekilde açılması seyirciyi başta tedirgin edebiliyor ve nitekim de bunu doğrulayan olay filmin başlarında veriliyor. Katilin daha önceden öldürmüş olduğu kurbanını ortadan kaldırma yöntemi filmin hemen başında seyirci üzerinde bir şok etkisi yaratsa da ilerleyen dakikalar için de bir fragman niteliği taşıyor. Bu olayın ardından asıl hikâyenin geçtiği 1974 yılına gidiyoruz ve katilin kapanı olan ”Altın Eldiven” isimli bar ve evi arasında geçen olaylara tanıklık ediyoruz. Katilin kurbanlarına yaklaşma biçimi ve onları evine götürerek gerçekleştirdiği cinayetler yer yer oldukça vahşi bir şekilde yansıtılıyor ve bu da midesi hassas seyirci üzerinde rahatlıkla reaksiyona yol açabiliyor.

Filmin ilk yarısında bunlar olurken katilin bir anda adeta imana gelip su gibi hiç durmadan içtiği içkiyi bir anda kesmesi ve düzenli çalışabileceği işe girmek istemesi filmin ikinci yarısının başlarında işleniyor ve bu dakikalarda herkes gibi normal olan bir kişi izliyoruz. Tüm bunlar yaşanırken çalıştığı yerde temizlikçi olan kadının doğum günü ve sonrasında ikili arasındaki kırılgan nokta katil ruhun yeniden uyanmasına yol açıyor ve ilk yarıdaki tempoya yeniden geri dönüş yapıyoruz.

Artısıyla Eksisiyle

Filmin başrol karakterinin katile tüm doğallığı ile olağanüstü bir şekilde hayat vermesi filmin en öne çıkan noktası hiç kuşku yok ki. Filmdeki olayların da büyük çoğunlukla gecenin karanlığında veya karanlık bir atmosferde gerçekleşmesi de seyirciyi yaşananların ardından boğan bir diğer önemli faktördü. Dönemin insan ve sosyal yapısının bardaki kişiler üzerinden iyi analiz edildiği filmde eksik olarak nitelendirilebilecek noktalardan ilki katilin bu cinayetleri işleme nedeninin eksik kalmasıydı. Cinayetlerini işlemesini tetikleyen maddi unsur her ne kadar içki olarak verilse de psikolojik anlamda katilin motivasyon kaynağı ve bilinçaltında yatan o buz dağının görünmeyen büyük yüzünün eksik kalması büyük eksiklikti. Nitekim bu faktör geçmişe dönülüp verilseydi, belki de katilin profili daha net bir şekilde zihinlerde oturmuş olacaktı.

Filmde altı boş kalan bir diğer nokta ise filmin başlarında ve sonlarında belirerek katilin aklını, güzelliği ile döndüren genç kızın varlığıydı. Filmin başlarında bize verildiği zaman ilerleyen dakikalar için önemli bir karakter olarak görülen bu genç kızın filme sınırlı bir şekilde etki etmesi bir diğer sorunlu noktaydı. Anlatılan hikâyenin sanatsal ve mesaj verme kaygısı biraz tartışmalı olsa da var olan durumu tüm çıplaklığı ile anlatması bakımından beklentileri karşılıyor. Katil, suç, cinayet, kan, vahşet gibi kavramları ele alarak bünyesinde harmanlayan film, herkesin kolay kolay izleyemeyeceği bir yapım. İki saatlik süresini oldukça efektif kullanan yönetmen de oldukça akıcı bir film ortaya çıkararak kendi tarzının dışında yeni bir işe imza atmış.