25.06.2017
Blade Runner: Kara Filmin Hası, Cyberpunk’ın Atası
Yıl 2019. Doğadan kalan bir tek ize bile rastlanmayan Los Angeles sokakları dünyanın bütün ülkelerinden gelen bin bir değişik insanla kaynamaktadır. Sürekli yağmur yağar ve hava daima karanlıktır. Kahramanımız Rick Deckard (Harrison Ford) insana en çok benzeyen robotlar olan ve bu yüzden replika (kopya) adı verilen kaçak androidleri yakalamak ve “emekliye ayırmak”, yani öldürmekle yükümlü Los Angeles polis departmanına bağlı Blade Runner grubunun eski bir üyesidir. Deckard işini bırakmıştır zira artık öldürmekten yorulmuştur. Ancak kendisini dünya dışında bir yaşam bölgesi olan Off-World’den kaçarak dünyaya gelmiş olan dört kaçak replikayı bulmak üzere görevlendirilmiş bulur.
Bu başlangıç itibariyle Blade Runner insanın kendisini tehdit eden makineyi ortadan kaldırma arzusunu temel almış görünmektedir. Ancak alışılageldik teknofobik filmlerde öne çıkan ideolojiye kafa tutan alternatif imlemelerden biridir de.
Philip K. Dick’in Do Androids Dream of Electrical Sheep adlı bilimkurgu romanından yönetmen Ridley Scott tarafından 1982 yılında sinemaya uyarlanan Blade Runner’ı görsel açıdan oldukça karmaşık bir bilimkurgu olmasının yanı sıra ahlaki meziyetleri sorgulanabilir yabancılaşmış kahramanı, femme fatale karakteri Rachael (Sean Young) , karanlık atmosferi ve dış ses tekniği ile desteklenmiş enigmatik öyküsü ile aslında post-modern bir Kara Film olarak okumak mümkündür. Kara filmlerin felsefi boyutu ve varoluşçu dünya görüşü bakımından ele alındığında Blade Runner’da suç meselesi farklı bir anlam kazanır. Her ne kadar alışkın olduğumuz suçlu figüründen farklı bir şekilde ortaya çıksa da androidlerin işlediği veya işleyeceği düşünülen “suç”un altında yatan motivasyon, yani en doğal arzu olan hayatta kalma arzusu Deckard’ın amacını yeniden sorgulamasını sağlar.
İsmini besbelli ki ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözünün sahibi filozof Rene Descartes’dan alan Deckard tehlike dolu bir ortamın kusurlu anti kahramanıdır. Kendisiyle bütünleşmiş olan yakası ekseriyetle kalkık pardösüsü ve umursamaz tavırları ile “Humphrey Bogart”vari bir görünüm çizer. Zeki bir dedektif olan Deckard işinde iyi olmasına karşın ahlaki açıdan uygun bulmadığı “emekliye ayırma” görevini bırakmıştır ancak herhangi bir tehditle karşılaştığında öldürmekten de çekinmez. Bu yüzden aslında bir Kara Film dedektifi olarak Deckard karakteri ahlaki bir belirsizlik içindedir. Yine de içinde bulunduğu ve yine Kara Film’in demirbaşlarından çürümüş toplum ile karşılaştırıldığında Deckard’ın iyi özellikleri daha bir parlar.
Eşi Bulunmaz Bir Görsellik
Blade Runner’ı efsane yapan görselliğine değinmek gerekirse, neon ışıkları, sis ve reklamların hiç eksik olmadığı dev ekranlar arasında hem geçmişi hem de geleceği birleştiren art deco bina kalıntıları ile neredeyse grotesk bir havaya bürünmüş olan Los Angeles’ın geceye boyanmış ve yağmur sularıyla ıslanmış caddeleri, alçak ışığın kullanımı, yarı aralık panjurlardan sızan ışık huzmeleri ve yavaşça dönen havalandırma pervaneleri Blade Runner’ın Kara Film atmosferini birleştiren unsurlardır.
Bu unsurlar aynı zamanda filmin sinemalarda görücüye çıkmasından bir yıl sonra, 1983 yılında yazar Bruce Bethke tarafından ilk defa kullanılan Cyberpunk kelimesinin bir akım olarak o zamanlar adı konmayan başlangıcını da temsil eder. Böylece Blade Runner özgün distopik dünyasının mimarları olan Ridley Scott ve görüntü yönetmeni Jordan Cronenwenth sayesinde günümüze kadar uzanan çoğu bilimkurgu filmine (The Dark City, The Matrix ve Strange Days gibi) hem görsel hem de felsefi bir referans olmuştur.
Doktor Frankenstein Android Yaratırsa
Blade Runner distopik atmosferi yüzünden ilk bakışta teknofobik bir film gibi görünmekle beraber aslında muhafazakar kapitalist ve babaerkil değerlere gizliden gizliye saldıran bir bakış açısının ürünüdür. Android üreten şirketin kurucusu Tyrell babaerkil bir figürdür ve kapitalizm kurbanı kentsel yoksulluk görüntüleri üzerinde yükselen Tyrell corporations binasının devasa görüntüsü sınıfsal uçurumu ön plana çıkarır. Tyrell’in babaerkil yani Tanrısal bir figür olması, Doktor Frankenstein ve yarattığı canavarla olan ilişkisini de andırmaktadır. Yaratıcı/Tanrı Tyrell’in sonunun kendi elleriyle yarattığı ve daha çok yaşamak isteyen ama artık süresi dolan Canavar/Android Roy Batty (Rutger Hauer) tarafından getirilmesi insanoğlunun ezelden beri kendi yaratıcısı ile olan varoluş mücadelesine açık bir göndermedir. Roy Batty ölümüyle beraber insanların hayal bile edemeyeceği şeyler olarak betimlediği anılarını kaybetmenin üzüntüsü içindedir. O bir makine olabilir ama tıpkı bir insan gibi hisleri vardır ve hayatı bu kadar kısayken bu ne haksızlıktır! Öte yandan insanın da kendisinden pek bir farkı yoktur.
Aslında muhtemelen Batty’i avlamaya çıkan Deckard’ın da hiçbir farkı yoktur. Deckard’ın kendisinin de bir replika olabileceği ihtimali kulağa korkunç gelebilir ama belki de insanüstü varlıklar olan androidlerin yaşamından daha iyi değildir. Ayrıca bu ihtimal Kara Film kahramanının sonunda kendi kimliklerini kaybetmeleriyle sonuçlanan araştırmalarını ele alan filmleri hatırlatır. Deckard ne kadar uzağa kaçarsa kaçsın gerçek kurtuluşu bulması mümkün görünmemektedir. Roy Batty ölmeden önce “bütün bu anılar zamanla yok olacak, tıpkı yağmurda kaybolan gözyaşları gibi” der. Bu karanlık şehrin zamanla yuttuğu Deckard’ın da yağmurda kaybolan gözyaşlarından bir farkı yoktur aslında.