08.06.2018
Borg/McEnroe: Sükunetle Öfkenin Savaşı
Buz ve Ateş
Ice-Borg vs SuperBrat, Fire and Ice, Borg vs McEnroe. Tenis tarihinin en önemli rekabetlerinden biri. Yalnızca kort içinde yaşanılanlarla, aralarındaki maçlarla anlatılamayacak bir rekabet. Farklı dünyaların temsili iki isim, buz dağının görünen yüzündeki tüm zıtlıklarına karşın birbirlerine yakın ruhlara sahip olduklarını, kort dışında devam eden dostluklarıyla kanıtlıyor adeta. İkili arasındaki rekabetin kilometre taşı olan 1980 Wimbledon finalini merkezine alan Borg/McEnroe filmi de iki figürün tam da bu yönlerine, kortta yansıtmadıkları yüzlerine odaklanıyor. Bunu ne denli başarılı yaptığıysa soru işareti…
Danimarkalı yönetmen Janus Metz‘in ilk uzun metraj filmi Borg – McEnroe ikilisini tanımayanlar için kısa bir özetle açılıyor. İlgiden, karmaşadan uzak durmaya çalışan Björn Borg‘u Monaco’da, cüzdanını arabada unuttuğu için kahvenin parasını ödeyemediği bir mekanda işe yardım ederken görüyoruz. Üstelik başka bir isimle. Akabinde ABD’de bir talk show programına katılan ve asi, aksi cevaplar veren John McEnroe çıkıyor karşımıza. Filmin ilk dakikalarında verilen bu zıtlık dakikalar geçtikçe azalıyor.
Filmin senaryosunun rekabetin ilerleyişiyle paralel bir yol çizdiği söylenebilir. 80′ Wimbledon finaline kadar ortalığı kasıp kavuran, modern tenisin başlangıç noktası olarak gösterilen Björn Borg filmde de o turnuvada yaşadıkları ve geçmişine yapılan yolculuklarla rekabetin diğer öznesine göre daha çok yer kaplıyor. Diğer taraftan McEnroe’yse o güne kadar zirveye çıkmasına en büyük engel olan psikolojik eşiği aşmakla meşgul. Wimbledon tarihinin en iyi finali olarak gösterilen (08′ Nadal – Federer’e kadar) maçı Borg kazanmasına rağmen film ilerledikçe izleyicide kazananın McEnroe olduğu duygusu hakim oluyor. Borg’un beşinci Wimbledon zaferinden kısa bir süre sonra verdiği emeklilik kararını düşününce bu his pek de yanıltıcı değil. Kortta her maçta rakiple, hakemle, seyirciyle, kendiyle kavga eden McEnroe’nun o finalde, üstelik kaybettiği bir maçta, geçirdiği evrim izleyicinin ona duyduğu saygıyı artırmakla kalmayıp devamında üstüne koyarak inşa ettiği görkemli kariyerinin de başlangıç noktası oldu.
Shia Labeouf’tan Kusursuz Bir Performans
Borg/McEnroe filminin sırtını dayadığı iki nokta var. Tenis karşılaşma sahnelerinde yaşattığı heyecan ve oyunculuklar… Oyunculuklara değinmek gerekirse, özellikle Shia Labeouf kariyerinin en iyi performansını sergilemiş olabilir. John McEnroe’nun asi ruhuna bürünmekle kalmamış film içinde geçirdiği evrimi de mükemmel yansıtmış. İsveçli aktör Sverrir Gudnason’sa filmde özellikle fiziksel olarak Björn Borg’a o kadar benziyor ki gösterdiği ortalama oyunculuk performansı yeterli olmuş. Borg’un baba figürü, antrenörü Lennart Bergelin olarak izlediğimiz usta oyuncu Stellan Skarsgård, Borg’un çocukluk yıllarından itibaren hayatında olduğu için filmde en çok gözüken isim. Ve filmin gizli kahramanlarından.
Kortta geçen sahneler filmin hatrı sayılır bir bölümünü oluşturuyor ve oldukça iyi çekilmiş sahneler ancak geriye kalan bölüm için benzer şeyler söylemek zor. Kurgu hataları, görsel açıdan zayıf sahneler, üzerinde durulmamış detaylar filmin kalitesinden çalıyor. Senaryo ve yönetmen tercihleri filmin bazı kısımlarına daha çok ağırlık verilmiş hissi uyandırıyor. Ara sahnelerdeki ikilinin arka bahçelerine yolculuğumuzda karşımıza baba figürünün etkisi çıkıyor. Bunun dışında başka bir etmenle karşılaşmıyoruz. Aralara yedirilen flashback sahneleri karakterleri tanımamız için önem arz ediyor ancak bu sahneler (özellikle McEnroe’ye ait olanlar) öyle zayıf ki ikiliyi yakından tanıyan izleyici için pek de yeni bir şey söyleyemiyorlar.
Borg/McEnroe, Borg – McEnroe öyküsünü ve 80′ finalini bilmeyenler için özellikle son bölümüyle tatmin edici bir yapım. Temposu ve dönem/spor filmi olmasının da avantajıyla eğlenceli bir seyirlik ancak artıları ve eksilerini yan yana koyunca vasatı aşamıyor.