17.08.2020

Boyalı Kuş: Şiddetin Pençesinde

Yazarın Film Puanı: 10/6

II. Dünya Savaşı sırasında geçen hikâyeler sinema tarihinde geçmişten bu yana her zaman ilgi görmüş, işlenmiş ve beğeniyle karşılanmıştır. Bugün dahi savaşa dair pek bilmediğimiz hikâyeleri sinema sayesinde öğrenme fırsatı buluyoruz. Şiddetin en acımasız halinin vücut bulduğu savaşlar, insanlık tarihinin başından bu yana bizlere her daim insanoğlunun en kirli yüzünü göstermiştir. Perdede izlediğimiz her ne kadar hareketli fotoğraflardan ibaret olsa da olayın yaşanmışlığı seyirci üzerinde etkili olmayı başarmıştır. Yönetmen Václav Marhoul imzalı ve bu hafta vizyona giren The Painted Bird (Boyalı Kuş) filmi de sınırları zorlayan anlatım tarzı, siyah beyaz yapısı ve kitap uyarlaması olmasıyla şans verilmesi gereken bir iş olarak dikkatleri çekiyor. Filmin değerlendirmesine geçmeden önce konusuna bir göz atalım.

Dünya prömiyerini geçtiğimiz sene gerçekleştirilen 76. Venedik Film Festivali’nde yapan ve burada UNICEF Ödülü’nün sahibi olan film, ülkemizde ise ilk olarak geçtiğimiz sene gerçekleştirilen Filmekimi 2019’da seyirciyle buluşmuştu. Jerzy Kosinski’nin tartışmalar yaratan tanınmış ve oldukça sert romanından sinemaya uyarlanan film, II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, ilkel Doğu Avrupa’da bir yerde insanlığın her anlamda girdiği bataklığı kimsesiz kalmış bir çocuğun gözünden yansıtıyor. Kimsesiz kalan çocuk köyden köye çiftlikten çiftliğe geçiyor; cahil, hoşgörüsüz, acımasız sivil ve askerlerle karşılaşacağı sonu belirsiz bir yolculuk sürdürüyor. 35mm sinemaskop çekilen siyah-beyaz film, klişeler kadar melodramdan ve duygusal yönlendirmelerden de kaçınarak savaşın dehşetini insan ve doğa manzaralarıyla kahramanı çocuğun gözlerinden tarafsız kalarak aktarıyor. Filmi insan ruhunun karanlık derinliklerine doğru bir yolculuk olarak yansıtan Yönetmen Marhoul, filmin özünde şiir bulunduğunu, etrafı dehşetle sarılı olmasına rağmen çocuğun özününü güzel kaldığını söylüyor.

Savaş, Doğu Avrupa, Şiddet…

Filmin açılış sahnesiyle beraber seyirciye sunulan şiddet ve acımasızlık ilerleyen dakikaların fragmanı niteliği oluyor adeta. Teyzesiyle birlikte yaşayan ve yakın zamanda evine dönecek olan kahramanımızın zorluklarla geçecek yolculuğu, yaşanan tatsız olayla daha erken başlayınca bizler de kendimizi bir anda başrolün hemen yanında geniş açı çekimler sayesinde ekrana yansıyan doyum olmayan manzaralar eşliğinde bir yolculuğun içinde buluyoruz. Evine ulaşmak için savaşın son demlerini yaşayan Doğu Avrupa’nın kırsalında yolculuğa çıkan karakterimizin yolu birbirine benzer fakat tamamen farklı sorunları olan insanların yollarıyla kesişiyor. Filmin bu anından itibaren de şiddet ve acımasızlığın hüküm sürdüğü dakikalar filmin üstüne kara bir bulut gibi çöküyor.

Acımazsızca İçine Çeken Bir Bataklık

Dünya tarihinde en çok kayıpların yaşandığı savaşlardan olan II. Dünya Savaşı’nın cephe gerisindeki Doğu Avrupa halkının çaresizliği, yozlaşmışlığı, cehaleti, güvenilmezliği ve şiddete olan bağlılığı filmin her anında siyah beyazın verdiği zıtlıkla perdeden taşıyor adeta. Kendi bataklığı içinde kıvranıp duran bir kıtanın parçalanmış ve parçalanma eşiğinde insanlarının hayatına yolculuğu boyunca kendi de iğrenç olaylardan nasibini alarak tanık olan kahramanımız da her durağında o bataklığın içine biraz daha saplanıyor ve o çocukluk masumiyeti kara bir lekeye bulanarak katran halini alıyor.

Salyalarını Akıtarak Kötülük Saçan Acımasız İnsanlar

Film boyunca şiddetin dozu da zaman zaman seyircinin sınırını aşacak seviyeye ulaşıyor ve vahşetin içinde var olmaya çalışan bir çocuğun gözünden adeta birer canavar misali korkutuculuğunu bir an olsun eksik etmiyor. Yaradılışı gereği içinde iyiyi de kötüyü de barındıran insanoğlunun kötülük tarafı film boyunca her zaman kazanıyor. Kötülük algısının filmdeki neredeyse her karakterde vücut bulmuş halini de karakterlerin adeta pisliğin içinde debelenen ve her an iyinin üstüne yapışıp onu da kendi saflarına çekmeye çalışan davranışlarında birebir görüyoruz.

Artısıyla Eksisiyle

Kitap uyarlaması olan bir filme nazaran oldukça iyi sinyaller veren yapım, nispeten daha tempolu şekilde başlasa da ilerleyen dakikalarla beraber üç saate yaklaşan süresinin de verdiği durumu dezavantaja dönüştürerek seyirciyi bunaltacak noktaya getirebiliyor. Romanın her sayfasındaki cümlelerin yansıması olan diyalogları bu filmde ortalamanın bir hayli altında görüyoruz. Anlatmak istediği o şiddeti diyaloglar yerine görsele yoğunlaşarak anlatma yolunu seçen film, bunu da çok iyi yapıyor. Neredeyse hiç müzik kullanımı olmaması da filmin hiçbir dış etkene bağlı kalmadan anlatmak istediği derdi daha doğal ve sade ama buna rağmen de etkileyici şekilde anlatmasına olanak sağlıyor. Roman uyarlamalarını beyaz perdede izlemek isteyen sinemaseverlere önerilir.