03.05.2016
Çöl Kraliçesi: Siyasi Oyunların Kaosunda Kadın Olmak
Çöl Kraliçesi adıyla vizyonu ziyaret etmeye hazırlanan yeni Werner Herzog filmi Queen of the Desert, özellikle Nicole Kidman’ın varlığıyla ayakta durmaya çalışan bir yapım olarak dikkat çekiyor. Klaus Kinski ile ortaklığını bittikten sonra yaptığı çoğu projede işlerini beğendiremeyen Herzog, bakalım bu sefer izleyicilerini memnun edebilecek miydi? Yurt dışındaki eleştirilere baktığımızda çok da olumlu yorumlar maalesef duyamıyoruz.
Filmin konusunu kısaca özetleyelim. Yazar, gezgin, arkelog, araştırmacı ve aynı zamanda 20 yy. sonunda İngiliz İmparatorluğu’nda siyasi bir figür olan Gertrude Bell(Nicole Kidman)’in hayatını bilinmeyen yönleriyle beyaz perdeye taşıyor. Meraklı ve maceracı bir kadın olan Gertrude İngiltere’nin dışındaki hayata merak duyar ve görmek ister. Elçilikte görevli olarak Tahran’a gider, burada elçilik sekreteri Henry Cadogan(James Franco)’a aşık olur. Bu aşk yanlış anlaşılmış kişilerle birlikte hayat boyu sürecek bir maceranın başlangıcı olacaktır.
Ana karakterin yerel unsurlara karşı sempati duyması ve işgalci devletleri olumsuz göstermesi Hollywood filmlerinde pek rastladığımız şeyler olmadığından dolayı filmin az sayıdaki becerilerimnden biri söylenebilir. Tabii oyunculukların yeterince tatminkar olmamasıyla paralel olarak sinemasal anlamda olmasa da, bir tiyatro izliyor hissi uyandırması sinema sanatı adına olumsuz bir nokta olarak seyrediyor.
Nicole Kidman her ne kadar dengeli bir oyunculukla filmin arzu nesnesi konumunda olsa da, James Franco ile uyumu tam bir facia denilebilir. Yan yana durdukları her karede aralarındaki yaş farkı ve uyumsuzlukları inandırıcılıklarına dem vuruyor. Yönetmen bu durumu fark etmiş olacak ki, romantizm unsurlarını daha çok mektup yazışmalarına sıkıştırmayı tercih etmiş.
Filmin belki de en büyük sorunu senaryo bakımından kararlı bir iş olmamasından kaynaklı olarak sürekli ikilemde kalması denilebilir. Örneğin filmin ilk bölümünde yaratılan aşk üçgeni, olabildiğince klişe bir çizgide tahmin edilebilir akışın bir parçası olurken, aniden u dönüşü yaparak bunu durumu ikili aşka dönüştürüyor. Tabii kafa karışıklıkları bununla da bitmiyor. Filmin ilk yarısındaki romantizm yerini, sonrasında politik bir drama bırakıyor.
Tabii bu kısmı da becerebildiğini söylemek yanlış olur. Çünkü film ikinci yarısında Arabistanlı Lawrence’ın kadın versiyonu olmaya soyunuyor. Film teatrel oyunculuklardan medet umunca, gerçekçilik zemininden kayarak tökezlemeye başlıyor. Filmin kadrosundaki Hollywood yıldızlarının fazlalılığı filme pozitif anlamda katkı sağlayacağı yerde köstek olmaya başlıyor. Çünkü Herzog’un filmlerinde sıkça görülen görsel zenginlikler filmin görülmeye değer ender unsurlarıyken, oyuncu fazlalılığı sonrası azami seviyeye indiriliyor. Bu da filmin akmasına engel teşkil ediyor.
Herzog’un filmlerinde bolca gördüğümüz yerel ezgiler, görsel zenginlikler filmin sinematografik yanını güçlendiriyor demiştik; bu filmde de doğa ve insanın ilişkisi filme dahil edilmeye çalışılsa da, arka fondan ileriye gidemiyor. Filmin içeriğindeki bahsedilen Osmanlı’nın son günlerindeki kaos, filmin genel yapısını ele geçirip filmin anlatmak istediği kaosa kendisi sürükleniyor.