12.02.2018

Darren Aronofsky: Modern Sinemanın Kışkırtıcı Yönetmeni

 

natalie_portman_in_black_swan-hd

Black Swan: Kuğu Gölü’nün Karanlık Suları 

Aronofsky, Wrestler’dan sonra yaptığı filmi Black Swan’da aslında yine kendini bir şeye kurban etme, bedenine eziyet etme temalarının etrafında döner. Fakat bu kez bunu gösteri dünyasında yapmaya kalkar ve daha önceki filmlerden aşina olduğumuz tekinsiz gösteri dünyası, buyurgan ve hırslı yönetmen, gözden düşmüş baş balerin, başrol için kızışan rekabet gibi pek çok klişeyi de filmde kullanır.

Siyah Kuğu, New York’taki bir bale topluluğunu anlatmakta. Nina (Natalie Portman) buradaki balerinlerden biri. Çocuk sahibi olduğu için balerinliği bırakan ve bunu ara ara dile getiren baskıcı bir anneyle (Barbara Hershey) aynı evde ve hala enfantil bir dünyada, oyuncaklarla dolu pembelerle kaplanmış bir odada yaşamakta. Topluluğun yönetmeni Thomas Leroy’un (Vincent Cassel) Kuğu Gölü’nün farklı bir uyarlamasını sahneleme kararının ardından bu gösteride baş balerin olmak için büyük bir istek duyar. Thomas da bir balerin için geçkin sayılabilecek baş balerin Beth’i (Winona Ryder) bir kenara itip rolü Nina’ya verir. Fakat, Nina’yı daha sonra performansı konusunda kışkırtmaktan da geri durmaz.

Baş balerin, hem masumiyeti temsil eden Beyaz Kuğu’yu hem de tutkuyu ve şehveti temsil eden Siyah Kuğu’yu oynayacaktır. Fakat Thomas, Nina’nın Siyah Kuğu’yu oynamak için yeterince tutku ve cinsel enerjiye sahip olmadığını, karanlık yanını ortaya çıkarması gerektiğini söyler. Yeni gelen yetenekli balerin Lily’yi (Mila Kunis) de ona alternatif olabilecek biri gibi sunarak Nina’nın içindeki rekabet duygusunu kızıştırır. Nina gösterinin yapılacağı güne kadar rolünün elinden alınma ve başarısızlık korkularıyla boğuşur. Öte yandan o titrek haliyle içindeki karanlığı keşfetmeye çalışır, bastırılmış duygularından –izleyici çok da ikna edemeyen bir biçimde- acemice kurtulmaya çalışır. Artık onun için hayatta kalmasının neredeyse tek bir nedeni vardır, o da “mükemmel kuğu” olmaktır. Bu hedefe kilitlenip dış dünyadan kopma noktasına doğru gider, kâbuslar görür, paranoyalar yaşar, etrafını saran aynalarda kendi kötücül ikiziyle hesaplaşır. Bedeni gitgide mücadele etmesi gereken bir düşmandır artık. Kalkan tırnaklar, soyulan deriler, kanayan yaralarla bu büyük gösteriye hazırlık süreci neredeyse bedensel bir teröre dönüşür.

Nina’nın baleden başka bir şey solumayan klostrofobik dünyasına izleyici olarak biz de hapsoluruz ve baştan sona filmi onun gitgide çarpılan algısından anlamaya çalışırız. Bir nevi, filmin yükünü çeken Natalie Portman kadar olmasa da yönetmenin şiddetine maruz kalırız. Nina’nın mükemmellik takıntısı gibi Aronofsky’nin de haylaz bir çocuk gibi sürekli bizi şaşırtma, afallatma takıntısına kurban gittiğini ya da fazlaca kendi fikrinin büyüsüne kapıldığını söyleyebiliriz. Çünkü bunun uğruna insanın içindeki hırsı, iktidar arzusunu ya da kişinin kendi karanlıklarını tanırken geçirdiği dönüşümü anlamaya yönelik bütün imkânları da sabote eder. Sonuç olarak Nina’nın bu rolü neden bu kadar istediğini ya da dönüşümündeki zihinsel süreçlerini anlayamayız. Bale Nina için kendini ifade etme aracı değildir, en azından yönetmen bize bununla ilgili hiçbir ipucu vermez. Yani film ortaya koyduğu “sanat için kendini feda etme” ya da “acı çeken sanatçı” önermesinin altını hiçbir biçimde doldurmaz. Öte yandan karakterler de varlıklarını neredeyse Nina’nın paranoyalarını beslemeye borçludur. Hiçbiri tam olarak insanı nefes aldığına ikna eden bir karakter değildir, birtakım klişelere yaslanarak, tam olarak hayat bulmamış halleriyle filmde yer alırlar ve adeta bir köşede Nina’nın karşısına çıkacakları sahnelerini beklerler.

Filmin sinematografik açıdan izleyiciye sunduğu ziyafeti anmadan geçmemek gerekir, o anlamda kendisi başlı başına bir gösteriye dönüşür Fakat arkasında bunu destekleyecek sağlam bir hikâye bulamayız, o yanı biraz eksik kalır. Bütün bu acı çekme ritüelleri neredeyse fetişleştirilerek romantik bir bakış açısıyla ele alınır ve o anlamda da film Çaykovski’nin müthiş müziğiyle birlikte yükselen bir coşkuyla –müziğin filmin dramatik anlarına katkısını da unutmamak gerekir- mükemmel “mutlu son”una ulaşır.

Alkım DOĞAN