Zerre projesi nasıl ortaya çıktı?
Zerre bir ilk film olarak aslında 2 yıldır tasarladığım bir projeydi. Aslında ilk film olarak tasarladığım başka öykülerin arasından sıyrılarak çıktı. O da benim yaşadığım benzer bir olayın bende tezahür etmesiyle oldu. Tarlabaşı’nda rastladığım bir kadının Zeynep’inkine benzer öyküsünün bende yaptığı kalıcı etki ile ön plana çıktı. Açıkçası zor bir ilk film olduğunu düşünüyorum, beni zorlayan bir filmdi. Bilmiyorum, acaba başka bir yolculuğa çıksaydım da benzer şekilde zorlanır mıydım? Bu kadar çok mekân olması, karaktere çok odaklanmak zorlayıcıydı.
Ne kadar süre de çektiniz filmi?
Çekimler yaklaşık 3,5 hafta sürdü. Gerçek mekânlarda çektik. Tarlabaşı’ndaki ev sonradan yapıldı ama gerçekten o civarda yaşanan bir evdi. Evdeki eşyalar, aksesuarlar hep o civardaki halkın kullandığı objeler. Fabrikalar zaten gerçek, işçilerin çalıştığı atölyeler de hemen hemen öyle, ufak değişiklikler, ufak düzeltmelerle oradaki mekânların gerçek stilini yakalamaya çalıştık. İşçilerin bir kısmı o fabrikalarda, atölyelerde çalışan işçilerdi. Başka fabrikada çalışıp bizim fabrikaya gelip çekime katılan kişiler de oldu. O gerçekçi dünyayı ne kadar kurarsanız öykünüz o kadar ön plana çıkıyor. Bir oyuncuyla, o dünyayı bilmeyen biriyle çalışarak da belki o dünyaya yaklaşabilirsiniz ama gerçek bir bireyin o mekân da yürümesi, hareket etmesi bile farklı oluyor. Yüz kere açtığınız kapıyı yüzbirinci ile birinci arasında farklı açıyorsunuz. O yaşanmışlık davranışına gerçekten yansıyor ve kamera kaçırmıyor açıkçası o yaşanmışlığı.
Film oldukça hassas konulara değiniyor, işçi sömürüsü, organ ticareti… Mesela organ ticareti hep şehir efsanesi gibi konuşulan bir konudur, çok riskli bir alan değil miydi, oraya girmekten çekinmediniz mi?
Tabii ki riskliydi. Ama ben gözlemlediğim şeyleri yansıttım, yansıtırken de bunun bu hayatın içinde nerede durduğunu düşünerek yansıttım. Zeynep’in para karşılı organını vererek borcunu kapatması belki baskın ve ön planda değil ama görüyoruz bu olayın geçtiğini. Gerçek hayatta da böyle, bunlar saman altında, kıyıda köşede yapılan şeyler, filmde de o yüzden biraz gizli kapaklı duruyor. Gerçekte de böyle birçok olgu var, bir işsizlik olgusu mesela. Sokağa çıktığınızda direkt göremeyeceğiniz bir şey ama milyonlarca işsizin olduğunu biliyoruz. Bunlar köşelerde, diplerde fark edilebilecek olgular ama binlerce milyonlarca insan bu tarz olgularla karşılaşmak zorunda kalıyor. O yüzden filmde de bu şekilde. Tabii ki farklı konulara değindik ama bu gerçek hayata nasıl yansıyorsa o şekilde ele almaya çalıştık.
Bizim memlekette meslek guruplarının hemen savunmaya geçmesi adettendir, doktorlardan bir itiraz geldi mi, böyle doktor yok, nerden uyduruyorsunuz bunları diye?
Gelmedi. Çünkü biliyorlar ki böyle doktor da var böyle insanlar da var. Zaten sinemanın gücü de orada yatıyor. Ne kadar yok ya da var deseniz de bir öykü olarak yansıttığınız zaman bunun varlığını sorgulamış oluyorsunuz. Sorgulama da zaten gerçek mi, değil mi sorusunun ötesine geçiyor.
Karakter sineması yaptığınızı söylüyorsunuz ama son dönemde Türkiye’de yönetmenlerin genellikle bir öykü anlatmaktansa hep kesit anlatmayı tercih ettiğini görüyoruz. Neden böyle oluyor, anlatacak öykümüz mü kalmadı?
Bence karakter içinde zaten öyküyü barındırıyor. Son süreçte izleyicilerin zihni artık çok keskin bir noktada ve bir zihin tembelliğimiz olduğunu düşünüyorum. Mutlaka bir sonuç bekliyoruz, olaylar giriş gelişme sonuç ağında anlatılsın diye bekliyoruz. Oysa siz de bir insanla birlikte biraz zaman geçirdikten sonra eve gittiğinizde bütün soruları cevaplamış gitmiyorsunuz, bu da öyle. Kesit olmasının, karakter odaklı olmasının sebebi bu. Biz belli bir süre onun hayatına şahit olduk, geçmişine dair elimizde bazı veriler var ama her şeyi cevaplayamayız. Zaten bizi merak ettiren de o, film o yüzden bu şekilde bitiyor ve akıllarda devam etmesini sağlıyor.
Karakter odaklı filmlerde genellikle olay örgüsünde boşluklar kalır, bu da filmi seyircinin ikna olmasını zorlaştırır, oysa Zeynep’in hayatına kolayca dâhil oluyoruz, bunu nasıl sağladınız?
Galiba bir önceki gün, bir sonraki güne bağlı olduğu ve bir devamlılık olduğu için kolay oldu. Zeynep’in bir anda hayatına giriyoruz, ondan sonra belli bir süre boyunca hep onun yanındayız ve bir anda çıkıyoruz. Film böylece çok fazla farklı yerlere sarkmadan bir bütün olarak ilerliyor, karakterin gittiği yoldan hiç kopmuyor. Diğer karakterler Zeynep’in temasıyla öyküye dâhil oluyor, anlam kazanıyor. O yüzden kamera hem Zeynep’in etrafında, karşı taraf sadece Zeynep’le karşılaştığında onun hikâyesine dâhil oluyoruz, onun dışında herhangi bir paralel anlatımla diğer karakterlere bulaşmıyoruz.
Filmde pek çok “zerre” metaforu kullanmışsınız, bu Zeynep’in dünyadaki varlığına yapılan bir vurgu muydu?
Kesinlikle öyle. Ben öyküyü katmanlı olarak planlamıştım, basit bir hayatın içinde başka soruları da sordurmak istedim, bunlardan biri de oydu zaten. Bu kadar kalabalığın, onlarca binlerce işçinin içinde tek bir Zeynep ne kadar anlamsız ve küçücük gözükse de kamerayı onun yakınlarına koyduğumuzda aslında orada nasıl bir hayat ve dram barındırdığını görüyoruz. Aynı, fabrikada işçiler aşağıda çalışırken, üstte o mikro parçacıkları görmek gibi. O mikro ve makronun bu kadar yakın ve uzak olması, aslında “Zerre” adının çıkış noktası da bu. Kasti yapılan bir şey tabii, öykünün katmanlarını metaforla güçlendirdik, tabii bunu yaparken de üstteki, özdeşleştiğimiz karakteri kaybetmeden yapmak istedik.
Uzun bir belgeselcilik geçmişiniz var, bunun filme katkısı nasıl oldu?
Mekânla karakter arasındaki bağlantıyı kurmak açısından veya benzer yaşamları gözlemlemek anlamında çok faydası oldu. Zerre’nin öyküsü ajitasyona, drama çok açık bir öykü ve bu beni korkutan bir şeydi. Yanlışlıkla oraya kayar mıyım, ne yaparım ne ederim diye çok endişelendim. Ama bu noktada bana hep Zeynep ve filmin biçimi yardımcı oldu. Karakterinin durumu bana odaklanmam gereken şeyin öykü yerine karakter olduğunu hissettirdi. O yüzden öyküye çok kurban olmayıp karaktere kendimi teslim ettim.
Jale Arıkan’la beraber çalışmak nasıldı?
Açıkçası çok besleyiciydi, hem sinemasal anlamda hem de gerçek bir oyuncuyla çalışmanın keyfi başkaydı. Bence oyunculuğu televizyon oyunculuğu, tiyatro oyunculuğu ve sinema oyunculuğu diye ayırmak gerek. Sinemanın gerçekçi hissiyatı bambaşka ve Jale Hanım’da bu güç, bu enerji vardı, biz bunu sette hissediyorduk. O yüzden beni çok heyecanlandıran bir süreçti.
“Zerre” katıldığı festivallerde hep yoğun ilgi gördü, vizyona girince gişede aynı ilgiyi göremezsek diye endişeleniyor musunuz?
Evet, bu yoğun ilgiye alıştık aslında. Film şu ana kadar nerede gösterilse salon doluyor, ikinci gösterim isteniyor, festivallerde böyle oluyor, sonuçta festival izleyicisi farklı bir izleyici. Vizyonda nasıl olacak ben de bilmiyorum açıkçası. 12 Nisan’da 15 kopyayla vizyona giriyoruz. İlk filmim olduğu için de açıkçası biraz yaşayarak göreceğiz neyle karşılaşacağımızı.
Yeni proje var mı peki?
Şu an yazmakta olduğum bir proje var. Gene yapımcım Kağan Daldal’la çalışacağız. Bu sefer daha büyük bir film tasarlıyorum. Yine tek karaktere odaklı ama çok oyuncu barındıran, daha uçlara gideceğim bir öykü. İlk filmde çok uçlara gitmedim, daha ortalardaydım aslında, bu kez daha uçlara gidip karakterin derinliklerine inmeye çalışacağım ama daha epey vakit var tamamlanmasına.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Teşekkür ederim, çok keyifli bir söyleşiydi.
Asıl biz teşekkür ederiz.