29.05.2017

Everest: Yüksek Dağ, Düşük Sonuçlar

Hollywood’un sevdiği temalardan biri de, insanların doğaya karşı verdiği mücadeleyi konu edinen hikâyelerdir. Bu tip filmlerin en güçlü olması gereken özelliği atmosferdir. Genelde hikâyeden çok olay üzerine giderler. Bu tabii çoğu kişinin hoşuna gitmeyebilir. Çünkü insanların çoğu bir filme giderken hikâye için izlemeye ikna olurlar. Yazının başında söyleyeyim Everest o tip bir film değil. Belirli bir olayı, görsel doygunlukla seyircilerine aktarmak istiyor. Bu da beraberinde bazı aksaklıkları getiriyor. Bu aksaklıklardan önce filmin konusuna bir göz atalım.

Everest çoğu dağcı için özel bir yere sahiptir. Çünkü dünyanın en yüksek noktasını içinde barındırır. Bir grup maceracı dağcı da, rehberleri aracılığıyla bir nevi turistlik aktivite şeklinde bu deneyimi yaşamak isterler. Kafilede bir zengin iş adamı, bir gazeteci, maceracı Japon bir kadın, idealleri uğruna zor işlerde çalışan bir adamın da dâhil olduğu grupların tırmanış serüvenine tanıklık ediyoruz. Film boyunca bu amatör dağcıların eğitim ve Everest’e tırmanış süreçlerine odaklanıyoruz.

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan Everest, yıldızlarla dolu kadrosuna rağmen; bu özelliğini görmezden gelmeye çalışan bir film denilebilir. Askeri filmlerde olduğu gibi her karakterine ufak süreler tanıyor. Karakterlerine birer üniforma olarak, tırmanış kıyafetlerini giydiriyor, kar maskelerini takıyor. Böylece yoğun karda bu karakterleri ayırt edemiyoruz. Hikâyemizde bu karakterlerin olduğunu bilmemizi istiyor. Ama karakterlere odaklanabileceğimiz kadar bağ kurdurtmuyor. Derinliğe ihtiyacımız yok diyor. Çünkü Everest’in varlığı bu filmin tek odak noktası fikrini filmin merkezine oturtturuyor.

Böylece Everest filmin başrolü konumuna geliyor. Bu fikir Hollywood’a iyi geldiğinden soğuk yerlere hakim bir yönetmen olan İzlandalı Baltasar Kormàkur’u seçiyor. Yönetmenin ilk işlerini hatırlayanlar bu filmle aslında uzaktan da olsa kendince bir bağ kuruyor. Fakat yönetmen odak noktasını her ne kadar doğayla savaşan “insan” üzerine planlasa da filmi “Everest” ele geçiriyor.

Muhteşem görselliğiyle büyüleyen Everest, aynı özeni hikâye anlatmada gösteremiyor. Senaryo bakımından açıklarını görmezden gelerek, filmin gerilim dozunu arttırarak sıvaya girişiyor. Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor. Çünkü yeterince bağ kurulamayan insanların amaçları hakkında seyirci kendini sorgulamaya başlıyor. Çok fazla karakter olmasından kaynaklı olarak, seyirci derinleşmeyen hikâyelere bel bağlayamadığı için de filmin içinde kayboluyor.

Kormakur, ilk döneminin parlaklığının altında eziliyor. Özellikle son filmlerinde vasat hikâyelere sıradan filmler çeken yönetmen, Hollywood’un memur yönetmen anlayışının bir parçası olmaktan öteye gidemiyor. Kendi inisiyatifini kullanamadığından kaynaklı olarak filmin kontrolünü kaybediyor. Bu nedenle de Balthasar Kormukor maalesef kredisini tüketmeye başladı.

Filmin yan karakterlerinden Keira Knightly ve Robin Wright, inanılmaz yüzeysel rollerinde çok fazla sırıtıyorlar. Çünkü bu yan karakterlerin filme katkısındansa, afişe katkısı daha çok önemseniyor. Bu yüzden de inandırıcılığını kaybediyorlar. Özellikle Keira Knightly ile Jason Clarke’ın kimyası hiç tutmuyor. En duygusal sahnelerde Keira Knightly’nin poz kestiğini düşünen seyircinin, oyuncunun rolüne giremediğini düşünmesine neden oluyor.

Filmin yan karakterlerinin başarısızlığına rağmen Jason Clarke, Jake Gyllanhaal, John Hawkes, Michael Kelly’nin performansları gayet yerinde bir şekilde kotarılmış. Bu durum da filmin yararına gibi görünse de, tam tersi eksi yöne gitmesine neden oluyor. Çünkü bu kadar iyi görselliğe, iyi oyunculuklara rağmen film beklenti odaklı seyirciyi tatmin edemiyor.

Sonuç olarak kadrosunda say say bitmeyecek düzeyde ünlü ve iyi oyuncu barındırmasına rağmen, sinema anlamında sınıfta kalıyor. Görüntü yönetmeni filmin belki de en iyi yanı konumunda dikkat çekiyor. Hikâye odaklı bir film aramayanlar içinse Everest iyi bir deneyim olacaktır. Çünkü o iklimin hissi, seyircinin salondan mutlu olmasını sağlayacaktır.