28.05.2017

Filmekimi Günlükleri -3-

Carol (Tuba Büdüş)

Sinematografi anlamında çok iyi bir film Carol. Ama beklediğim heyecanı, etkileyiciliği ne yazık ki bulamadım. Cate Blanchett gibi güçlü bir oyuncunun her zamanki olağanüstü performansı da filmi kurtaramıyor. Zira onun dışındaki oyunculuklar Blanchett’in yanında çok silik kalıyor. Böylesine önem arz eden, toplumsal bir meseleyi filmde izlerken o duyguyu hissedemememin suçlusu ben değilim diye düşünmeden edemiyorum. Filmi izlerken Blanchett gibi taptığım bir oyuncunun muhteşem performansı bile beni olayların içine sokamadı ne yazık ki.

Filmin eleştirisi için tıklayın

 

El Club (Seçil Toprak)

Pablo Larraín’in ödüllü filmi El Club, içerdiği kilise özelinde ve din genelinde eleştirilerle öne çıkan etkileyici bir yapım. Etkileyiciliği sinemasal dinamiklerinden değil sadece öyküsünden geliyor. İzleyici için belki yeni veya farklı olmayan bir konuyu dozajını artırarak veren El Club, Katolik kilisesi eleştirisi yaparken çıkış yolu göstermiyor yani toptan bir reddetme hali var din kurumunu. Öyküyü sarmalayan ve gelişimi sağlayan detaylar, filmin bakış açısını o kadar iyi destekliyor ki oturduğunuz yerden kanımızın donduğunu hissedebilirsiniz. Şili sinemasının rahatlıkla öne çıkabilecek örneklerinden biri olan filmin olumsuz özelliği müzik kullanımındaki aşırılık ve ışık kullanımındaki yetersizlik. Minimalizm gibi algılansa da görüntüyü bozan ışık kullanımı seyri zorlaştırıyor.

 

Desde allá (Tanju Baran)

Desde allá, eylem ve söylem noktasında tutarsız bir eser; Lorenzo Vigas’ın olay öyküsü edasıyla pazarladığı hikâyesini alttan alta sınıf çatışmaları, kuşak farklılıkları, freudyen okumalarla süslü çocukluk yaşantıları gibi durum öykülerine yakışan tematik başlıklarla doldurması bu tutarsızlığın ana sebebi. Filmin tek sorunu bu tutarsızlık da değil; nedensellikten uzak bu “tanıdık” hikâyenin yakın planlarla kendi içine hapsedilmesi, mekânın görsel olarak dışlanması, karakter motivasyonlarının muğlâklığı ve filmin başladığı yerle nihayete erdiği nokta arasındaki farklılığın inandırıcılıktan yoksunluğu “sonu gelmeyen sorunların” sadece birkaçı. Desde Allá’nın tek güzel yanı ise kendisini beğenmemek için çaba göstermek zorunda kalmamanız, kolay bulunur bir meziyet değil bu dönemde, öyle demeyin.

 

Tale of Tales (Tuba Büdüş)

Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler, canavarlar, cadılar, periler… Hepsi fazlasıyla Tale of Tales’de. Pireyi deve yapanların, çirkini güzel, bakireyi anne, güçsüzü galip yapan bir dünyanın içine sokuyor yönetmen Matteo Garrone bizi. Çocuklara anlatılan -aslında fazlasıyla korkunç olan masallar- en gerçek halleriyle asıl sahiplerine (yetişkinlere) ulaşıyor bu film sayesinde. Tale of Tales’i izlerken bir yandan çocukluğunuzda dinlediğimiz masalları hatırlayıp güzel günleri yad ediyor bir yandan da küçükken o savunmasız kalbimiz bu dünyayı –gücü elinde bulunduran erkin, kendi menfaati uğruna yaptığı insanlıktan uzak davranışları- nasıl kaldırmış diye sormadan edemiyor insan.

 

Me and Earl and The Dying Girl (İbrahim Tosyalı)

Aynı adlı romandan uyarlanan ve Sundance Film Festivali Jüri Büyük Ödülü sahibi Me and Earl and The Dying Girl, duygu sömürüsüne kaçmadan dram yapmayı başarabilen iyi bir coming-of-age örneği. Hikâyenin tek karakter gözünden aktarılması ve filmin sonunda kendiyle çelişmesi gibi daha iyi olmasına engel nedenler olsa da kullanılan dilin farklılığı ve özenle oluşturulmuş sahneler Me and Earl and The Dying Girl’ü benzeri melodramların ötesine geçiriyor. Sevmeyenini bile izlerken sıkmayacak filmlerden.

Filmin eleştirisi için tıklayın

 

Lobster (Haktan Kaan İçel)

Kendine has kara mizahıyla, kendi kurallarıyla yarattığı dünyasında insanların kurallara karşı verdiği tepkilere karşı harika bir taşlama… Filmi izlerken dünyadan kopup, adeta başka bir evrene yolculuk ediyorsunuz. Yer yer seyirciyi çok güldüren, yer yer de yerinden oynatacak sertlikteki sahneleriyle modern bir başyapıt. Yorgos Lanthimos büyüsünü devam ettirirken, şimdiden yeni yapacağı filmleri merak ettiriyor.