05.10.2017
FİLMEKİMİ: The Killing of A Sacred Deer
Kutsal Aile Değerlerlerinin Lanetlenmesi
Sinemanın yaramaz çocuklarından Yorgos Lanthimos yeni filmi Kutsal Geyiğin Ölümü / The Killing of A Sacred Deer’i duyurduğu anda hayranlarının en çok beklediği film haline gelmişti. Filmin Cannes Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülü ile dönünce beklenti iyice yükseldi. Eleştirmen cephesinde ise görüşler iki tarafa ayrılmıştı. Bir kesim Lanthimos’un çizgisini devam ettirip kendi dünyası içinde yine harikalar yarattığı fikrini benimsedi. Diğer kesim ise kedinin fare doğurduğunu iddia etti. Peki Lanthimos’un gittiği yön neydi?
Filmin konusunu kısaca özetleyelim. Steven Murphy (Colin Farrell) ailesiyle mutlu bir şekilde yaşayan örnek bir baba konumundadır. Karısı Anna (Nicole Kidman) ile kendilerine has bir düzenleri vardır. Ancak karşına Steven’ın geçmişte karıştığı bir olayla ilgili tanıştığı Martin (Barry Keoghan) çıkınca Steven’ın rutinini düzenlemesi gerekir. Çünkü Martin ile Steven arasında gizemli bir gerilim açığa çıkmak üzeredir. Bu durumdan kutsal aile bağları etkilenecektir.
Lanthimos gerilim kalıplarını layıkıyla kendi sinemasına evirip tansiyonu yükseltebilen bir kurguyla gerginlik seviyesini üst noktalara ulaştırmayı başarmış görünüyor. Ana karakterlerin birbirleri arasındaki mesafeli duruşları sayesinde seyircinin karakterler arası sempati duyması olabildiğince zorlaştırılmış. Böylece taraf tutmak yerine sonuçlara odaklı bir deneyimin kapıları açılıyor.
Gerilim Kademe Kademe Üst Noktalara Çıkıyor
Filmdeki ana gerilim unsuru Martin’in (Barry Keoghan) distopik bir dünyada kendine ait biçilen yetenekleri sonuna kadar kullandığı ve her göründüğü karede tekinsizliğin verdiği rahatsızlıkla tek başına diğer oyunculardan rol çalması oyuncu Keoghan’ın başarısından önce geliyor. Oyuncu karakterine o kadar oturmuş ki farklı bir kişinin bu role adapte edilmesini hayal dahi edemiyorsunuz. Genel kadro kendini yönetmenlerinin kollarına bırakarak empati kurulamaması için karakterler arası daha soğuk ilişkiler tasarlanmış. Böylelikle karakterlerini seyirciye uzak tutmayı başarıyorlar. Colin Farrell ya da Nicole Kidman‘ı öne çıkartmak da gereksiz kılınmış oluyor. Çünkü film yönetmenlik anlamında kendini biçimsel olarak öne çıkarıyor.
Senaryo olarak hikâyeyi düşündüğümüzde mantığımızı yaratılan distopya ekseninde yeniden şekillendirmek durumunda kalıyoruz. Çünkü yaşadığımız dünyanın kuralları artık geçerliliğini kaybediyor. Bu yüzden de yeni düzene göre düşünmemiz filmin en büyük talebi olarak gözüküyor. Bu sınırlandırma sayesinde izleyicinin filmi izlerken sıkışmışlık hissini daha rahat benimsediğini fark edebiliyoruz.
Burjavizinin Yıkılan Değerleri…
Yönetmen burjuvazinin rahatlığına bir olay etrafında çomak sokarak bir nevi Haneke’ciliğe soyunuyor. Kimsenin evinde rahat bir şekilde yaşayamayacağını vurgularken, bir nevi adalet bekçiliği de yapıyor. Günah işleyenleri cezalandırılması gerektiğini vurgulayan değiştirilemez kurallar duvarı örüyor. Bu durumu farklı metaforlarla destekleyerek bir toplum eleştirisine dönüştürüyor. Genel akış çerçevesinde film final olarak biraz zayıf kalsa da aslında senaryo sınırları içerisinde tam olması gereken finali izleyiciye veriyor. Tatmin eder ya da etmez bu yönetmenin umurunda değil. O senaryonun gerekliliklerinden başka noktaya odaklanmıyor.
Filmin yarattığı atmosfer çerçevesinde koltuğuna çivilenen seyirci için sadece filmin odak noktasındaki olaya yoğunlaşılması isteniyor. Size “ben olsam kimi seçerdim” sorusunu sordurtan film, bir anlamda bilinen aile tablosunun tabularını yıkıyor. Tabii bunda çizilen tüm karakterlerin iki yüzlü tasarlanmasının da büyük faydası oluyor. Kara büyü, cadılık ya da doğaüstü güçlerin devreye girmesi ve eski çağların mitlerinin canlandırılması filmin beklenmedik ters köşelerden seyirciyi vurmasını sağlıyor.
Sonuç olarak Lanthimos kimsenin aklına gelmeyeni en sert eleştirileriyle yüzüne vurmayı tercih ediyor. Zengin olmak ya da tanıdıklarınızın olması adaleti durdurabilmeniz için yeterli olmuyor. Ne de olsa koyulan kurallar var. The Killing of A Sacred Deer insanın kanını donduran sıkı bir gerilim filmi olarak kendini konumlandırıyor. Yine orijinal bir fikrin başarılı bir dışavurumu olarak yorumlanabilir. Peki sorun ne? Sorun yok aslında, beklentiler var. Herkes Lanthimos’un bir sonraki filminde en iyisini yapmasını istiyor. Bu yüzden her projesinin başyapıt mertebesine ulaşmasını bekliyor. Bu da beklentinin verdiği hayal kırıklığına sebebiyet veriyor. The Killing of A Scared Deer yönetmenden çıkan iyi filmlerden biri ancak en iyisi değil. Bu da işte bölünmeleri ve ayrılıkları beraberinde getiriyor. Halbuki Lanthimos yine Lanthimos…