06.05.2016
Karakter Mutfağı: Gabrielle
Sıradan Olmanın Bir Tanımı Var mı?
Tanrı’nın rutine binen tariflerinde göz kararı koyduğu ölçülerde şaşırdığı ve ölçüyü biraz fazla ya da eksik kaçırdığı tariflerinden sadece biri Gabrielle yahut Gabrielle gibilerin hikâyesi. Ancak şu büyük bir gerçek ki bu tariflerde acı ya da ekşi değil eksik olan, fazla olan bir şeyler var. Bu şeyler fazla fazla şeker ilavesi. Bu bir tür sarhoşluk hali ya da kaza mıdır bilinmez ama bu tarife örnek olan Gabrielle’in bize fısıldayacakları olduğu kesin.
Gabrielle, pek çok hücresel nörolojik sapmaya örnek teşkil eden bireyden bu nörolojik sapmada, sapmanın adının Williams sendromu olarak belirlendiği kümenin bir elemanı. Hem de bir o kadar tatlı ve hayat dolu bir eleman. Bağlı bulunduğu grubun oldukça farkında, neyin nerede ve ne zaman harekete geçeceğini ya da duracağını bilen, kısacası konuşlandığı sınıfın bir o kadar içinde ve bu içindeliğin sınırlarını öyle kenarından köşesinden değil tam ortasından kestirebilen bir kadın. Bu kestirilebilirlik içinde pek tabii her şey güllük gülistanlık ve pamuk şekeri kıvamında mı olur? Hayır hem de hiç değil. Yanında hep taşıdığını söylediği bir adet meyve yerine bu kez birkaç adet meyve ve az evvel bahsi geçen pamuk şekeriyle kapımızı çaldı Gabrielle. Daha doğrusu bir kaybolma sonucu Karakter Mutfağı’na yolu düştü desek daha doğru olur. Az biraz şaşkınlık, biraz da endişeyle bize yaklaşan Gabrielle bir vakit sonra o içimizi huzurla dolduran gülüşüyle, içinde dönüp duran ve her sekteye uğradığında dişlilerin bir şekilde yeniden yerine oturduğu çarklı sistemden, onun içinde dönüp duran çarklarından bahsetmeye başladı. Ama tıpkı o durduğu noktada olduğu gibi kenarından kıyısından değil hikâyenin tam ortasından.
“Gabrielle, Martin’in penisine dokundun mu?”
Hayır, Gabrielle Martin’in penisine dokunmadı. Hem o prezervatifin ne olduğunu biliyordu neyse ki. Hayatını sadece belli standartlara erişmek ve belli noktaları tek başına halledebilmek için koşturduğu pratiklerinin arasında bir yere ansızın girmişti Martin’in ayracı. Bu ayraca bakma fırsatı bir yana, ayracın üzerindeki endişeyi bile görmemişti Gabrielle. Zira onun yerine bu ayracı bulunduğu aralıktan çekecek ve üzerine kazınan endişeyi üstlenebilecek daha normal insanlar vardı çevresinde. Lafın kısası daha ona sıra gelmemişti.
Gab, bunları bütün olağan saflığıyla anlatırken bu sürecin süregeldiği iki çıkmazı var bize anlattığı hikâyesinde. Bunlardan ilki çocuk sahibi olmak istiyor ama olamıyor. Üstelik daha bu düşünce hazırlık evresindeyken bile bocalayıverirken böyle bir isteğin onda olgunlaşmasına sıra bile gelmiyor. İkinci çıkmaz ise bu çıkmaza girmesinden ziyade böyle bir beklentiye dahi adım atmasını istemeyen diğer insanlar. Çocuk sahibi ya da ebeveyn olma kavramının o muktedir uzaklığına yeni bir uzaklık daha ekleniveriyor böylece. Görüntülü sohbetler esnasında zaten uzakta olan bir alana bir başka sohbet esnasında yine aynı alana iliştirilen çocuklarla eklenen yeni bir uzaklık motifiyle Gabrielle’e sunulan seçeneklerin değil, tek bir seçeneğin resmi gösterilir. Belki de seçeneksizliğin desek daha yerinde olur. Robert Charlebois’in şarkılarında dile getirdiği o sıradan olma hali ya da aşkın yaşandığı sıradan anlardan dolayıdır belki de Gabrielle ve ortak paydayı paylaştığı arkadaşlarının sevgiyi paylaşma hali. Duyguları, edimleri, duvarları, ikilemi ya da çıkmazları. En az onlar kadar, en az onların dışında kalanlar kadar sıradan. Öyle ki o uçsuz denizlerin sessizliğinde dinlenmeye gerek yoktur Gab için. Çünkü sınırları belli bir havuzun yamacında bu sessizliği yaşayabilecek kadar sınırsızdır düşsel evreni. Çok sevdiği kardeşini uğurladıktan sonra bilinmezliği bir konser çimeninde, tam da sahne öncesi, o uzaklığı kendine yaklaştırarak, itmeden ya da çekmeden Martin’le Afrikan ezgileri altında bütün sıradanlığıyla deneyimler Gab. Ona olduğundan daha uzakta gösterilen gölette doyasıya yüzer; sonra kalkar ve başka bir yerde yüzmeye, şarkılarının arasına kaldığı yerden dalmaya gider.