07.06.2016
Genius: Kelime Nehrinin Altındaki Sarhoşluk Hissi
“Fırtınalı Hayatlar” adıyla Türkiye’de vizyon bulacak olan Genius, önemli bir yazar – editör ilişkisini mercek altına alan konusuyla ve filmin içinde bahsi geçen yazarların Amerikan edebiyatının en değerli isimleri olmaları dolayısıyla da sinema – edebiyat buluşmasını müjdeleyen bir film olarak dikkat çekiyor. ABD – İngiltere ortak yapımı olan film, gösterildiği Berlin Film Festivali’nde pek iyi eleştirilerle dönmese de, kötü de bulunmadı. Özellikle kadrosunda barındırdığı yıldız oyuncu kadrosuyla ilgiyi üzerine çekmeye çalışan bir film olarak öngörebiliriz.
Filmin konusu ise şöyle özetlenebilir. Max Perkins (Colin Firth) saygın bir kitap editörüdür. F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway gibi yazarların kitaplarını doğru hamlelerle yüceltmeye başarmıştır. Önüne getirilen yeni bir roman sonrasında Perkins, Thomas Wolfe (Jude Law) adındaki yazar ile tanışır. Kitabını basabilmeleri için kitabın üzerinde çalışmaları gerekmektedir. Bunun neticesinde de bir yazar ve editörünün arasındaki mahreme tanıklık ederiz.
Film her ne kadar detay vermese de, Amerikan tarihinde büyük yaralar açan büyük buhran döneminde geçen bir hikayeyi anlatarak izleyiciye büyük umutlar veriyor. Ancak döneme dair detayları gizleyerek beklentinin azamileşmesine neden oluyor. Yazar – editör ilişkisini, kişisel bir hesaplaşmaya kurban etmemek adına film mesafeli davrandığı hikayesini, vasat bir yönetmenliğin varlığıyla sıkıcılaştırıyor. Kaderci yaklaşımıyla, filmde adı geçen karakterleri kutsamayı hedefliyor.
Genius’ı diğer biyografik yazar filmlerinden farklı kılan taraf, belki editörüyle kurduğu ilişki denilebilir. Zamanla birer klasiğe dönen eserlerin yapım aşamasından basıldığı sürece kadar yaşanan travmatik olayların vuku bulması ya da yazar – editör ilişkisinde çalışma arkadaşlığının ötesine geçen insan ilişkileri, filmin temel direği konumunda senaryoya serpiştirilmiş.
Bunun neticesinde de bir yazarın sıra dışı kişiliğine yolculuğa çıkmak kolaylaşırken, onu editörünün gözünden görmek, filmi anlamlandırmak açısından önemli bir faktör olarak filme farklı bir katman kazandırıyor. Ancak yönetmenin ilk filmini kotarıyor oluşandan kaynaklı olarak toy bir yönetmenliğin varlığı, filmin yükselmesini engelliyor. Buna yavan bir kurgu da eklenince film vasat sularında seyrediyor.
Sinematografik anlamda sinema sanatına yeni bir şey kazandırmayan yapım, edebiyat tutkunlarını hedef kitlesi belleyerek, diğer seyirciyi kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Doğal olarak istemeden de olsa yapılan bu hata, filmin ağırlaşmasına neden oluyor. Filme ton olarak seçilen gri tonlar, bir dönem filmine dahi fazla gelerek seyir zevkini köreltiyor. Buna göre oyuncu performansları filmin kaderini etkiliyor.
Jude Law’ın canlandırdığı Wolfe, abartılı oyunculuğun altında ezilerek inandırıcılığını zaman zaman yitirse de, Colin Firth’in dengeli oyunculuğu sayesinde ayakta durmayı biliyor. Guy Pearce, Laura Linney, Dominic West olabildiğince gösterişten uzak performanslarıyla filmdeki görevlerini asilce yerine getirirlerken, Nicole Kidman ayrıksı bir performansla filmografisine olgun bir iş daha ekliyor. Duygu durumları değişken bir karakter üzerine kendince bir yorum katarak Kidman rol çalan bir performansı hakkıyla kotarmış diyebiliriz.
Sonuç olarak klasik bir yazar biyografisi olmaktan öteye gidemeyen yapım, kimi oyunculuk performanslarıyla izlenebilir olmayı başarıyor. Editörlük namına kullanılan bazı sözler ve meslek adına tespitleriyle artı puanları hanesine yazdırsa da, sıkıcı kurgusu ve vasat yönetmenliğiyle belli bir eşiği geçemeyen filmler kervanına katılıyor. Edebiyat tutkunlarının denemesi gereken bir film diye adlandırabiliriz. Genius’in jeneriği akmaya başladığında aklımızda kalan en önemli nokta, edebiyatın bu değerli eserlerinin dokunduğu ruhumuz oluyor. Belki de sinemaya gelene kadar bu hikaye kitaplarda büyüsünü yaşatsa daha iyi olacaktı.