09.04.2017
İFF Günlük – 4
La Soledad
La Soledad ile yönetmen Jorge Thielen Armand, Venedik Film Festivali’nde ilk veya ikinci kez yönetmenlik denemesinde başarılı olan yönetmenler arasında yer aldı. La Soledad, belgesele benzeyen stili ve deneysel sinema çekimleri ile, ailesinin yaşadığı evi yıkılmaktan kurtarmaya çalışan genç bir erkeğin öyküsünü anlatıyor. Venezuella’nın ekonomik krizine de dikkat çeken, sosyal olarak yoksulluk ile boğuşan halkın sorunlarına eğilen filmin oyuncuları da, o bölgenin halkı. Film olarak değil de, belgesel gözü ile izlenmesi gereken bir yapım.
İnci TULPAR
Personel Shopper / Hayalet Hikâyesi
Cannes’dan en iyi yönetmen ödülü aldıktan sonra en çok merak edilen filmlerden biri olan Personal Shopper, gizem unsurları ile bir kadının yalnızlığını ve yasını gerilim filmi olarak değerlendirmeyi seçmiş. Kristen Stewart filmi tek başına hakkını vererek götürmeyi başarıyor. Belli ki Assayas ile oyuncunun uyumu beraberce yaptıkları işlere yansıyor. Ancak film gerilim dozunu ayarlayamayarak dengesizleşerek, geçmişle hesaplaşma dramında olabilecek gerilim düzeyinde aşırıya kaçmış. Senaryonun havada kaldığı durumlarla beraber yüksek beklentilere nazaran ufak çaplı bir hayal kırıklığına neden oluyor.
Haktan Kaan İÇEL
On Body and Soul / Beden ve Ruh
Hissetmek insana yaşadığını hatırlatır. Berlin’den Altın Ayı ile dönen film, ödülü hakkıyla aldığını hissettirir düzeyde başarılı bir iş olmuş. Oyunculuklar, senaryo ve atmosfer adeta birbirleriyle vals yaparken, arızalı karakterleri ile aşık olduğun insanla bağlantılarını yer yer soyut yer yer ise somut olarak yüreğe işleyerek anlatmayı tercih ediyor. Festivalin en iyilerinden.
Haktan Kaan İÇEL
Dingin anlatımı, her anın altını dolduran ayrıntıları ve finale sizi taşıyan bu ayrıntıların bütünü ile kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken bir film Beden ve Ruh. Sessizlikte bulduğu hüzün ile görüntülerdeki kimi zaman şiddetin doruğunda gezindirdiği kamerası ile zıtlıklar ortamından bir sevgi hikâyesi çıkarmayı başarabiliyor. İzlerken sizi getirdiği noktaya şaşıracağınız bu filme bir şans verin.
Seçil TOPRAK
Son Portre / Final Portrait
Filmlerin aranan karakter oyuncusu Stanley Tucci ilk yönetmenlik tecrübesinde çuvallıyor. Bir ressamın profilini çıkartmak isterken filmi mizah unsurlarına kurban veriyor. Resim yaparkenki sürecin sıkıcı uzunluğunu filme yansıtarak filmi sıkıcı kılıyor. Tekrarların fazlalığından dolayı kurgu ve senaryo anlamında gedikler sınırsızlaşıyor. İyi bir karakter filmi olabilecekken, iyi bir karakterin olduğu film olmakla yetiniyor. Geoffrey Rush filmi kurtaramıyor.
Haktan Kaan İÇEL
Son Portre filminin yapabildiği tek olumlu şey Geoffrey Rush’ın sanatçı biyografisi konusunda ne kadar başarılı bir oyuncu olduğunu bir kez daha hatırlatması. Evet, bu kez de İsviçre asıllı heykeltraş Alberto Giacometti’yi canlandıran Rush, perdede göründüğü anlarda kendisinden başkasına bakmamıza engel olabilecek yetenekte olan bir aktör. Karşısındaki aktör son yıllarda başarılı projelerde gördüğümüz Armie Hammer ancak filmi tek başına sırtlayan kişi tabii ki Rush. Açıkçası Geoffrey Rush olmasaydı hiçbir çekiciliği de kalmayacaktı filmin ki Rush dahi filmin tekdüze anlatımının önüne geçemiyor.
Seçil TOPRAK
The Untamed / Vahşi Bölge
Sıradışı yönetmenlerden Escalante yeni filminde cinselliğin insanlar üzerindeki tabularını yaratık metaforu üzerinden değerlendiriyor. Lbgti’ye yönelen şiddet dalgasını filmin merkezine oturtturarak insanların baskı altındaki ruh hallerini yansıtıyor. Film bir yere kadar atmosferiyle tatmin etse de, havada kalan uzay, inandırıcılıktan uzak bilim adamlarını cinsel bir test olarak yapılandırması sorunlu bir çatışmanın oluşmasını sağlıyor.
Haktan Kaan İÇEL
Meksika sinemasının önemli isimlerinde Amat Escalante’nin Venedik Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü ile döndüğü Vahşi Bölge, bir kulübede yaşayan ve ne olduğu tanımlanamayan bir varlığın yaşattığı ulaşılmaz cinsel haz üzerinden, insanoğlunun ilkel doğasına ışık tutmaya çalışıyor. Doğa üstü bir canavar figürüyle betimlediği cinsel arzunun, insan benliğinde ki en baskın içgüdü olduğunu vurgulayan Escalante, hikayesini de bu arzunun peşinden giden ve kendini bilinmeyene teslim eden bir aile üzerinden anlatıyor. Vahşi Bölge, zekice kullanılmış metaforlarıyla mesajını net bir şekilde ortaya koysa da, hikayede ki eksiklikler zaman zaman rahatsız edebiliyor. Yine de Mayınlı Bölge seçkisini takip edenlerin, çok büyük beklentilere girmeden izlemesi gereken filmlerden biri olduğunu düşünüyorum.
Gamze KAYA
On the Silver Globe / Gümüş Küre
Zulawski sinemasının zirvesi gibi. Baş döndürücü bir görüntü yönetimi ve eşi benzeri olmayan bir deneyim garantisi… Genel seyirci için hazmı zor olan film, zamanın ötesine geçen kült bir başyapıt… Kayıp kısımlarını anlatı şeklinde dolduran film, bu sahnelerin de artısını görüyor. İzleyici tam bunalacakken yüzeye çıkıp nefes alabiliyor. Tek cümleyle ölmeden önce deneyimlenmesi gereken bir çılgınlık…
Haktan Kaan İÇEL
Salt and Fire / Tuz ve Ateş
Doğa-insan ilişkisini filmlerine ve belgesellerine sık sık konu edinen Wernern Herzog’un son filmi Tuz ve Ateş, bir çevre felaketini araştırmak için Güney Amerika’ya giden Birleşmiş Milletler ekibinin, felaketten sorumlu şirket tarafından kaçırılmasıyla birlikte, ekibin başındaki profesör Laura Sommerfeld’in tahrip olmuş bir doğada yaşadığı farklı deneyimi konu ediniyor. Değindiği konu itibariyle Herzog imzası taşıdığını belli eden yapım, insanın doğa üzerinde yarattığı yıkım ile ilgili mesajını açıkça ifade etse de, karakterler üzerinden anlatmak istediğini tam olarak ortaya koymakta eksik kalıyor. Werner Herzog’un kendi deyimiyle “gündüz düşleri”nde bir yolculuğa çıkardığı Tuz ve Ateş, başarılı görselliğine rağmen, ne yazık ki filmografisinde zayıf kalan bir film olmuş.
Gamze KAYA
Muhholland Drive / Muhholland Çıkmazı
Lynch’in rüya ile gerçeğin tam anlamıyla birbirine karıştığı Muhholland Drive’I, Lost Highway’a nazaran daha anlaşılabilir bir film. Başkarakter olarak bu kez iki kadını seçen Lynch, filmi iki bölüm olarak tasarlar. İlk bölüm, filmin neredeyse beşte dörtlük kısmını, ikinci bölüm ise geri kalanını oluşturur. Betty/Diane (Naomi Watts) ve Rita/Camilla (Laura Harring). Filmin rüya kısmı ile gerçek kısmında farklı kişiler olarak tanıdığımız kadınlardan, gerçekten hangisinin hikâyesini izlediğimizi anlamak biraz güç. İşinde ve aşk hayatında başarısız, bu nedenle de mutsuz ve kendini yenilmiş hisseden Diane’nin belki de tek dayanağı teyzesini de kaybetmesi üzerine kafasında kendini, hayatının tamamen zıttı bir rüyada konumlandırması filmin bel kemiğini oluşturur. Üstelik bizim Diane’nin hayatına rüyasından başlayarak şahit olmamız, uzun bir süre seyirciyi de aldatmasına neden olur.
Rüyalarla derdini anlatmayı tercih eden Lynch, en çok da bu filminde uzun bir uykuya daldırır biz seyircileri. Kadınların dünyasını, başarısızlık, ihanet, yalnızlık ve erotizm üzerinden aktaran Lynch, yine kendine has çılgınlıklarından da asla ödün vermez. Eğer siz de bu kadınların dünyasına ortak olmak isterseniz emin olun pişman olmazsınız.
Tuba BÜDÜŞ
36. İstanbul Film Festivali’nin “Cinemania” sürprizlerinden olan Mulholland Dr. delilik ile dahilik arasında bir düşünce yapısına sahip David Lynch’in en özel eserlerinden. Bir depresyon uykusunu konu alan film rüya ile anlatmaya başladığı hikayede yer yer gerçeklere de pay vererek izleyicinin kafasını bulandırır. Diane karakterinin depresyon uykusunda karşımıza çıkan dünya gerçekleşen değil istenendir.
İbrahim TOSYALI
Beyaz Bant / Das weiße Band
Beyaz Bant filmi ismi gibi masumiyeti değil aksine kötülüğü odağına alan bir filmdir. Yönetmenin en kasvetli, en soğuk, en kötücül filmlerinden biridir. Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın durumunu irdeleyen film, terörizmin nasıl doğduğunun, katliamcı bir ırk haline gelecek insanların temelinin neye dayandığını gözler önüne serer Haneke bu filmde. Konvansiyonel sinemada olduğu gibi asla kimin neden köyde gerçekleşen kötülükleri yaptığını anlayamayacağımız bir film Beyaz Bant. Zira yönetmenin derdi bu değildir; Haneke, kötülüğün doğuşuna odaklanır, nedenine değil. Haneke, kamerası ve yarattığı atmosfer ile de filmin soğuk duruşunu ve sert tavrını korur. Asla katharsisi yaşayamayacağımız bu film, Haneke’nin seyircide en çok yabancılaştırma yarattığı filmi olur kuşkusuz.
Tuba BÜDÜŞ
Scarred Hearts
Aferim!’le adından global anlamda söz ettiren Romen Yeni Dalgası’nın temsilcilerinden Radu Jude’nin yeni filmi Scarred Hearts, Max Blecher’ın otobiyografik romanından sinemaya uyarlanan bir eser. 1937’de insanı ölüme iten kemik veremi hastalarından oluşan bir hastanedeki hastaların yaşantılarına odaklanan film 35 mm kamerayla çalışarak döneme ve atmosfere izleyicinin girmesini kolaylaştırıyor. Baş karakter Emanuel sayesinde misafir olduğumuz hastanede hem ölüme giden insanların psikolojisini hem de yaşamın değerini kavrıyoruz.