10.04.2017
İFF Mayınlı Bölge: Still Life
Hayvanlara bekli de bugüne kadar en yakından bakan film
Maud Alpi, kısa metrajlarından sonra hayat verdiği ilk uzun metrajı Still Life (Gorge coeur ventre) ile tabiri caizse sinema dünyasına adeta oyunbozan bir çocuk gibi giriş yapıyor. Sinemada mutlu olmayı dileyen seyircinin alt-üst olmasına, sorgulamasına ve bir karar vermesine ön ayak oluyor. Locarno Film Festivali’nde Sanat Barış Ödülü, Fransız Akademisi’nden Louis Delluc En İyi İlk Film Ödülü’nü alan Still Life, duymak isteyene çok şey söyleyen, hayvanlara belki de bugüne kadar en yakından bakan film.
Still Life, kendine mekân olarak bir mezbahayı seçiyor. Zira meselesi de tam da o mekânlarda işlenen katliamlarla ilgili. Birbirine bağlantılı labirentleri, demirlerle, zincirlerle birbirinden ayrılan odaları, kirli duvarları ve aşırı kasvetli havasıyla bu mezbahaları yani hayvan türünün katledildiği yerleri bir soykırım mekânı olarak görebiliriz. Zira insanlar gibi doğan, büyüyen, üreyen, beslenen, hisseden ve düşünen bir türün sırf daha üstün bir teknolojiye ya da daha sistemli düşünen bir zekâya sahip oldukları için insan türü tarafından sistemli bir şekilde öldürülmeleri tek kelimeyle bir katliamdır. Üstelik katledilen canlılar, sadece öldürülmekle kalmaz, insan türünün damak zevki gibi bir sebepten ötürü vahşi yöntemlerle parçalanıp, yenilmektedir. Bir canlı türü diğer canlı türünü oldukça profesyonel ve sistemli bir şekilde kıyıma uğratmaktadır.
Kan ve vahşet görüntülerinden uzak bir katliam hikâyesi.
Yalnız Still Life, sanılacağı gibi hayvanların (inek, dana, domuz, koyun…) kesilip, parçalanma, biçilme kısımlarına, birkaç görüntü haricinde yer vermiyor. Bu birkaç sahneye de Alpi, kamerasını fazlasıyla mesafeli tutuyor. Zira Alpi, kan ve vahşet görüntülerinden daha çok o hayvanların ölüme gitmeden önceki hallerine, gözlerine, hareketlerine odaklanmamızı istiyor. Gri renkteki demir parmaklıklarla birbirinden ayrılan bölmeler vasıtasıyla Alpi, mezbahadan bize yansıttığı çoğu genel açıda kadraj içinde kadraj kullanıyor. Üstelik birbiri ile iç içe geçmiş birçok kadraj… Böylece her biri farklı bir karakter, farklı hayatlar böylece farklı hikâyeler barındıran hayvanları ayrı ayrı temsil ediyor. Bu filmde gördüklerimiz bir hayvanın değil, birbirine eklemlenmiş sayısız hayvanın hikâyesi ne de olsa.
Gösterdikleri farklı tepkiler, bakışlar ile her biri farklı hayatların sahibi bu hayvanların gözlerindeki ifadelere, nefes alıp verişlerine, hızlı hızlı atan kalplerine daha çok odaklanalım diye Alpi, filmde diyaloga çok çok az yer veriyor. Bu tercihiyle görme ve duyma duyusuna vermemiz gereken tüm dikkati sadece görme duyusuna vererek, vuruculuğunu arttıran film, görüntüleri bize aktarırken de hiç ama hiç acele etmiyor. Korkuyla bakan bir göze uzun uzun bakmamızı istiyor. Hatta bizi o göze bakmaya mecbur bırakıyor da diyebiliriz. Zira hayvanın korkup, paniklediğine şahit olmak istemeyecek seyircinin de, o gözlere bakmaktan başka şansı yok. Sadece gözler değil elbet. Görme duyumuz üzerine bu kadar yoğun bir yükleme yapan film, sarı rengin hâkimiyetinden de en azından mezbaha görüntülerinde hiç çıkmıyor. Bu sarı rengin de zaten gördüklerinden bitap düşen gözlerimize yaptığı olumsuz etki oldukça vurucu oluyor.
Köpek katledilen ile katleden arasında köprü görevinde
Alpi, bu tutsak alınan ve katledilecek olan hayvanların karşısına ise kısmen daha özgür olan köpeği konumlandırıyor. Köpek kendi türünden olan canlılara yapılan kıyımı istemeyerek de olsa gözlemek zorunda kalıyor. Her ne kadar onlarla arada iletişim kurmaya belki de yardım etmeye çalışsa da elinden gelen tek şey bakmak oluyor. Film, bakan köpek ile bakılan hayvanlar temelinde kuruyor çerçevesini zaten. Bu hep bakmak ve duymak (hayvanların korkunç çığlıkları) zorunda kalan köpek, aynı zamanda mezbahada çalışan ve hayatından pek de memnun olmayan sahibinin de hayata tutunma sebeplerinden biri oluyor. Çünkü sahibinin yaptığı işi zihninden atmak için ot içmek ve kendini iyi hissetmek için köpeğine sarılmak, onu öpmek dışında yaptığı pek de bir şey yok. Aslında Alpi, hem alt sınıftan olan çobanların, yokluk, yalnızlık içerisinde sürdürdükleri hayatlarına hem insanlığın elinde harcanan hayvanlara hem de bu arada köprü kuran köpeklere odaklanıyor. Köpek aslında katledilen ve katleden arasındaki köprü görevini üstleniyor böylece. Tıpkı Andrey Tarkovski’nin Stalker filmindeki insan ile doğa (ya da Tanrı) arasında köprü görevi gören köpeği (Haberci) gibi.
Alpi, tüm film boyunca neredeyse hiç kan göstermeden, oldukça vurucu, tokat gibi, dayak gibi bir filme imza atıyor. Büyük büyük laflar etmeden, ahkâm kesmeden, seyirciyi seslere, duygulara, görüntülere ortak ederek anlatıyor derdini. Muhteşem finaliyle de Tarkovski’ye etkileyici bir selam gönderen Still Life, umarım en azından bazılarımızın et yemeye son vermesine sebep olmuştur.