09.06.2017
Insidious: Chapter 3: Bilinmeyene Korku Dolu Bir Yolculuk
Korku sineması deyince aklımıza bu türün en muntazam ürünlerini çıkaran ve her dönem tür sineması izleyicisinin merakla beklediği uzak doğu yapımı filmler gelir. Uzak doğulu yönetmenler arasında hatırı sayılır yeri olan Malezya asıllı yönetmen James Wan ile geride bıraktığımız “Insidious” (Ruhlar Bölgesi) serisine onun bıraktığı yerden Avustralyalı oyuncu Leigh Whannell serinin üçüncü filmi ile devam ediyor. Bu kez hem oyuncu kadrosunda hem de yönetmen koltuğunda oturan Whannell, ne yalan söyleyelim serinin geride bıraktığımız iki filminden fazla bir şey değil, daha doğrusu üstünde bir şey vadetmiyor. Ancak bu, vizyona taze kan gibi gelen Insidious’un es geçilmesi olarak algılanmamalı. Film, bu türü sevenleri fazlasıyla tatmin edecek ölçüde.
Bir dizi film özelliği taşıyan Insidious: Chapter 3, ilk iki filmden tanıdığımız kadrosuna paralel olarak bu kez, annesini kaybetmiş Quinn Brenner (Stefanie Scott) ve babasının çevresinde şekilleniyor. Genç kadın Quinn, annesiyle irtibata geçtiğini düşünerek bu dünyanın dışındaki ruhani evrenle iletişime geçtiğini düşünerek bu konuda diğer filmlerden de hatırladığımız medyum Elise Rainier (Lin Shaye)’a başvurur. Bu buluşma ile aslında annesiyle değil büyük bir tehlikeyle iletişime geçtiğini öğrenen Quinn için hikayenin aksiyon kısmı böylece başlar.
Temel olarak inişli çıkışlı bir aksiyon grafiğine sahip film, birinci kısımda heyecanlandıran ve aksiyonu yükselterek sunan x eğrisi ile ikinci kısımda nefes aldıran ve dinlendiren, aksiyonun tabana indirildiği y eğrisi üzerine tekrar eden bir yapı üzerine kurulu. Bu yapıyı mümkün mertebe koruyan senaryo yapısı filmden alınan hazzı öldürmek yerine daha bir iştah açıcı noktaya taşıyor. İzleyiciyi koltuğuna çivileyen ve her an bir yerlerden bir şeylerin çıkıp da tansiyonu yükselteceği türde bir senaryo var karşınızda. Buna istinaden bu senaryo serisinde son iki filmde ciddi anlamda dikkatimizi çeken nokta bu kasvetli ve perdeleri kapalı dünyanın çok iyi resmedildiği gerçeği. Özellikle bu bağlamda Jason Garner ve birlikte çalıştığı set dekoratörü Lori Mazuer’e dikkat etmek elzem. Film boyunca içine girdiğimiz her mekan ayrı bir güzellikte döşense de, özellikle hikayenin atfedildiği Quinn karakterinin hikaye boyunca tutsak kaldığı odası muazzam ölçüde mistisizm kokuyor. Karakterin içine hapsolduğu ve klostrofobik etkinin hat safhada hissedildiği oda, hikaye boyunca iyi düşünülmüş öğelerden biri. Odanın gök mavisi duvarları, rüya kapanları, pirinç yatak ve en önemlisi ay perisini tanrı olarak kabul eden çok tanrılı pagan dinlerde karşımıza çıkan hastayı iyileştirmek için örtülen mistik örtü inancı bu film için iyi düşünülmüş malzemeler. Akabinde medyum Elise’in evinde ilk görüşme esnasında konumlandırılan aydınlık taraf ile kilitli bir kasanın olduğu tarafa ayrı ayrı konumlandırılan karakterler bulundukları noktayı niteler vaziyette. Filmin iyi taraflarını bir tarafa bırakıp filme zoraki itelenen noktalara geldiğimizde, anne çocuk ilişkisinin yoğunca işlenen dramatize yapısı ve karakterlerin “istemem yan cebime koy” söylemleri başlıca göze çarpan ve itelenen noktalar arasında. Ve son olarak karakteri teslim alan varlığın diğer boyutta onu bütün duyu organlarından arınmış bir şekilde teslim alması, kendisininse bir solunum ağızlığına bağımlı olması, diğer boyutta kalan bu karakterler için yeni bir soru gündeme getiriyor: “Diğer taraf biçildiğinden daha mı uçsuz bucaksız?”
Korku kategorisinde bir seri olarak oldukça sevilen “Saw” (Testere) ve birkaç yıl önce seyrettiğimiz “The Conjuring” (Korku Seansı – 2013) gibi bu kategorinin güzel örneklerine imza atan James Wan ve onun standart oyuncusu Leigh Whannell’e emanet ettiği Insidious: Chapter 3, ruhani olanla iletişime geçmek isteyenleri kendine çağırıyor. Filmin dokunduğu bu bilinmeyene yolculukta ayrıca filmin son planında karakterin ardında beliren bir varlıkla “coming soon” ibaresine işaret eden film, yeni bir korku serisine imza atacağını iyiden iyiye haber ederek izleyicisine müjdeyi vermeyi de ihmal etmiyor.