23.05.2016

Into The Storm: Bildiğimiz Felaketler

Hollywood, iklimsel ya da bazı gerçek dışı diyebileceğimiz (uzaylılar vs.) olaylar nedeniyle dünyanın, şehrin veya herhangi bir bölgenin (genellikle de Amerika içinde) tehdit altında oluşunu filmlerde işlemeyi seviyor. Genelde hikaye odaklı olan bu filmlerde, ana dramatik çatışma çoğu zaman aile bireylerinin birbirleriyle düzgün bir iletişim kuramaması üzerinden seyircilere aktarılıyor. Bu çatışmaların merkezinde ise çoğunlukla baba-oğul ilişkisi olduğu görülüyor.

Final Destination 5 filminden tanıdığımız Steven Quale’in son filmi Into The Strom, küçük bir kasaba olan Silverton’ın EF5 kodlu bir kasırgaya dönüşen hortumların etkisi altında kalması sonucunda yaşanan olayları anlatıyor. Steven Spielberg’in yönetmenliği yaptığı War of the Worlds filminde Ray (Tom Cruise) karakterinin ve Roland Emmerich’in yönetmenliğini yaptığı The Day After Tomorrow filminde Jack Hall (Dennis Quaid) karakterinin oğullarıyla yaşadıkları iletişim problemleri ve felaket gerçekleşirken birbirlerinden uzakta olma durumu bu filmde de benzer şekilde karşımıza çıkıyor. Silverton Lisesi’nde müdür yardımcılığı yapan Gary (Richard Armitage) de oğulları Donnie (Max Deacon) ve Trey (Nathan Kress) ile kimi iletişim problemleri yaşıyor. Gary kasırganın kasabayı etkisi altına almaya başladığı sırada oğlu Trey ile birlikte lisenin mezuniyetinde yer alıyorken, diğer oğlu Donnie ise arkadaşı Kaitlyn’e video çekiminde yardım etmek için kasabanın diğer ucunda bulunuyor. Bütün bu örneklerden anladığımız üzere hikaye, babanın oğlunu arayış hikayesine dönüşüyor. Bu hikayede baba Gary’e ,oğlu Trey ve kasırga çekimleri yaparak belgesel-film yaratmaya çalışan Pete ve ekibi de dahil oluyor. 

Into The Storm filminde çekimler el kamerasıyla ya da karakterlerin direkt olarak mercekle bağlantı kurmasıyla gerçekleşiyor ve kamera “ haber-belgesel kamerası ” kimliğiyle kullanılıyor. Filmde belgesel çekimi yapan bir ekiple birlikte diğer yan karakterlerinin cep telefonları veya kameralarıyla sürekli kayıtta olması izleyenlere o an yaşanan gerçek bir olayı izliyormuş havası veriyor. Bu kamera kullanım biçimine; bir canavar saldırısıyla şehirdeki insanların yaşadıklarını anlatan Matt Reeves’ın yönetmenliğini yaptığı bilim-kurgu türündeki Cloverfield filmini ve Ulaş İnanç’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Türev filmini örnek olarak verebiliriz Bu kamera tekniğinin iyi kullanıldığı filmlerde yaşanan olaylar izleyenlere gerçek gibi gelirken, oynayan karakterlerin duygusal olarak neler hissettiklerini daha iyi anlıyoruz. Ancak Into The Storm klişelerden sıyrılamayan anlatımı ve filmin başından sonuna yaşananları çok kolay tahmin ettiğimiz bir dile sahip olması nedeniyle bu kamera özelliğinin yaratacağı duyguları hissettiremiyor. Bunun birlikte filmde sürekliliği sağlamak için çok kısa aralıklarla yeni devasa hortumların yaratılması bizi bu gerçeklikten koparıyor ve izleyiciler endişe edecekleri veya korkacakları bir sahnede gülebiliyor. 

 

Into The Storm insanlara; yaşadıkları anın tadını çıkarmaları ile aile bireyleri ve çevresiyle sağlıklı ilişki geliştirmelerini öğütlüyor. Her tarafı yerle bir eden felaket sonrası ayakta kalan tek şeyin Amerika bayrağı olması ise Hollywood sinemasının insan algısına nasıl müdahale ettiği de net bir şekilde ortaya koyuyor; hele ki son yıllarda Sandy ve Katrina gibi sonucu çok ağır ve büyük kasırgalar yaşanmışken. Film sinemasal açıdan değerlendirildiğinde de geçmiş felaket filmleri örneklerinin üstüne çıkamayarak, izleyenlere yeni ve farklı bir şey sunmuyor.