30.05.2017
Isabelle Huppert: Hiç Yaşlanmayacak Gibi
Geçtiğimiz sene yönetmenliğini Ned Benson’ın yaptığı “The Disappearance of Eleanor Rigby(Aşkın Halleri)” da Eleonar Rigby’nin (Jessica Chastain) annesi rolünde karşımıza çıkan Isabelle Huppert’ı yıllar içinde devleşen oyunculuğunda onu ayakta alkışlanan performansı Erika Kohut (La Pianiste / Piyano Öğretmeni – 2001) ile anıyoruz. Haneke’nin yıllar içinde belli yan rolleri tekrar ona emanet ettiği ve yetmişlerin yıldız oyuncusunu masaya yatıracağımız 2001 yapımı filme kadar Huppert, “Madame Bovary (1991)”, “Le Cérémonie (1995)”, “Merci Pour Le Chocolat (2000)” gibi burjuva dünyasının boğuculuğunu ve tutsaklığını iliklerine kadar yaşayan bir oyuncu grafiği çizdi. Kariyerinin en sert vuruşunu La Pianiste ile atan oyuncu için ilerleyen yıllarda eleştirmen Roger Ebert şöyle der: “Kırk yedi yaşında ama hâlâ yirmi ikisinde gibi, ince, çilli. Sanki hiç genç olmamış ve hiç yaşlanmayacak gibi. Müthiş bir oyuncu ama Hollywood’da hiç iş yapmaz. Çünkü büyüklüğü yüzeyde değil, sakladığı sırlarda.”
Orta yaşlarında annesiyle (Annie Girardot) birlikte yaşayan ve Viyana’da prestijli bir müzik okulunda saygın bir yeri olan piyanist Erika Kohut’un (Isabelle Huppert) ve onun çevresindeki yüksek kültür düzeyinde diye adlandırdığımız pek çok insanın sadece onun bunun değil kendilerinin de ne kadar aşağılanma arzusunda olduğuna şahit oluruz La Pianiste’de. Michael Haneke’nin neredeyse bütün filmlerinde aşina olduğumuz üst kültür eleştirisi bu filmde de yoğunca hissedilir ölçüde.
Okuldan sonra pornografik içerikli marketlere giden, mazoşist istekleri hat safhada olan, duygularının cımbızla alındığına ikna olduğumuz maskülen karakterin genel duruşundaki ilk kırılma bir resital sırasında tanıştığı ve sonradan öğrencisi olacak Walter Klemmer (Benoît Magimel) ile birlikte olur.
Haneke filmlerinin yine pek çok özelliğinden biri olan mekanların hapishane olarak konumlandırılışı bu filmle de devam ediyor. Karakterin sadece belli bir mekandan belli bir mekana ulaşmak için kullandığı kısa süreli yol kavramı sanki tutsakların bir hapishaneden diğerine nakli gibi.
Yönetmen sinemasında karakterlerin altının nasıl doldurulabileceğinin en yetkin örneğini izlediğimiz filmde karakterin annesi onu evde bekleyen bir gardiyanken, babasının varlığını tıpkı diğer Haneke filmlerinde olduğu gibi (Das Weiße Band / Beyaz Bant istisna) hiç bilmeyiz. Bu durum yönetmenin çocukluğuyla ilgiliyken filmsel açıdan biraz daha didiklediğimizde Erika’nın söylediği üzere babası bir akıl hastanesinde yatmış ve ölmüştür. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta karakterlerin sohbeti esnasında ünlü besteciler Robert Schumann ve Franz Schubert’e göndermeleri. Biraz film anlatısına bu iki film dışı karakteri eklediğimizde bu müzisyenlerden Schubert’in frengi sonucu; Schumann’ın ise delirmekten çok korkup intihar girişiminde bulunduğunu ancak ilerleyen yıllarda kapatıldığı akıl hastanesinde öldüğünü görürüz. Bu durum Erika karakterinin hem karakter profiline ufak bir dokunuş yaparken hem de filmin sonundaki açık uca bağlama niteliğinde.
Sarı ve tonlarının pek çok planda karşımıza çıkarak anlam girdisi sağlanan filmde karakterlerin hayatları kısmen iki bölümden oluşmakta: Erika, Walter ve diğer öğrencilerin mülakatının olduğu kısma kadarki bölüm ile bu mülakattan sonraki bölüm. İlk bölüm ana karakterin kendi kendini idame ettirdiği ve paralelde mizansenin daha pastel renklerle bezendiği bölümken, ikinci bölüm ana karakterin dış perdeleri kaldırdığı ve cinsel dürtülerini arzuladığı partner üzerinden inşa etmeye odaklandığı bölüm. Bu bölümler arasında karakterin içine düştüğü durumu özetleyen pek çok imgelem içinde en belirgin ve tatmin edeniyse Erika’nın iki film posteri arasındaki konumu. Filmlerden birinin “The Skulls”, diğerinin “Frequency” olması boşuna değildir. Gitmek ile gitmemek arasındaki ince ipte sallanan karakter bu motifi işte bu imajlar üzerinden izleyiciye aktarmakta.
Yapaya indirgenmiş yaşamlarıyla kavrulup duran ve resitallerde sosyal güdümlerini doyuran Erika ve onun kitlesinin yansıdığı planda, duvara asılmış orman resmi aranılan doğallık mertebesinin nerelerde olduğuna ufak bir göz kırpmakta. Bu sınıftaki bireylerin kendi aralarındaki ilişkinin bile yapay olduğuna olan inancımız, karakterlerin sadece belli metalarla yaşama bağlandığını görmemiz ve belli karakterlerin kendi sınıfından olmayan bireylere yaklaşımını gördükçe onlar için izleyici bakışında gelişen öngörüye netlik kazandırmakta.
Son olarak birbirinden bu derece uzakta ve uç konumlardaki rolleri ustalıkla sergileyen Huppert’ın bu filmdeki konumu için Aydın Çam ise şöyle söyler:
“…Piyano Öğretmeni’ nin merkezinde yer alan karakter Erika Kohut’un(Isabelle Huppert) durumuyla sinema izleyicisinin durumu arasında koşutluk kurulabilir. Viyana’ da, bir konservatuarda müzik öğretmeni olarak çalışan Erika, annesiyle (Annie Girardot) yaşamaktadır; annesi kızının büyük bir başarı kazanacağını uman ve bu nedenle de onun üzerinde büyük tahakküm uygulayan bir kadındır. Bütün bu tahakküm altında vuku bulan hüsran ve hayal kırıklığıyla birlikte Erika, kendini bir fanteziye kaptırır; bir konser çıkışında tanıştığı genç Walter Klemmer’i (Benoît Magimel) cinsel fantezilerinin merkezine yerleştirir. Bazen yazdığı mektuplarla bazen de bizatihi fiziksel olarak onu cinsel bakımdan provoke eder ve bir gün Walter’ın tecavüzüne uğrar. Slavoj Žižek, Sophie Fiennes’ın sinema sanatının psikanalitik çözümlemesine giriştiği Sapkın’ın Sinema Rehberi (The Pervert’s Guide to Cinema, 2006) adlı filminde Erika’nın fantezisinin ters yönündeki imgelerle oynadığını ve onun fantezisinin dayanılmaz vahşi arzunun patlamasıyla sonuçlandığını söyler:
“Filmin tam ortasında elde ettiğimiz şey ise, muhtemelen tüm sinema tarihi boyunca en moral bozucu sahnelerden biridir. Ona yazdığı mektuptaki gibi, fanteziyi ortaya çıkarmak için eylemini kadını cezalandırırcasına gerçekleştirir. Bu da tabii ki Erika için fantezinin kaybolması demektir. Fantezi parçalandığı zaman, gerçekliği elde edemezsiniz. Son derece dramatik olan ve sıradan gerçeklik gibi anlatılamayan bazı kabusa benzer gerçekleriniz vardır. Bu da kabus için başka bir tanımlama olmalı. Cehennem burasıdır. Ya da en azından bu baştan çıkarıcı cennet aslında cehennemdir.”*
*Aktaran: Nilgün Tutal CHEVIRON, (2014). Haneke Huzursuz Seyirler Diler, İstanbul Ekslibris Yayıncılık, s. 99 – 100.