01.12.2023

İstanbul İçin Son Çağrı: Şımarık Kadının Simgesel Şiddet ile İmtihanı

 

*Yazı spoiler içermektedir. *

 

“İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”
Sabahattin Ali’nin, Kürk Mantolu Madonna kitabında dile getirdiği bu durum, yıllanmış ilişkiler için de geçerli. Zira ikili ilişkilere başlamak kadar onları sürdürmek de meşakkatli.
Anlık fiziksel çekiciliğin yarattığı hormonal- kimyasal değişimlerin yerini karşılıklı saygı ve sevgi almadığı müddetçe, güzel ilişki zannedilen yıkılmaya mahkûm çürük binaları kentsel dönüşüme sokmaktan başka çare kalmıyor.
“İstanbul İçin Son Çağrı”daki ikilinin ilişkisi tam da bu yüzden sadece bir evcilik oyunu.
Ancak film, bize bu çürük binayı gerçek bir aşk hikâyesiymiş gibi pazarlayan sahtekar bir müteahhit gibi davranıyor.


Mehmet, modern görünümüne rağmen ataerkil düşünce yapısını o kadar içselleştirmiş ki kadına yaşattığı travmayı fark etmiyor bile. En büyük korkusu, kadın üzerindeki şahsi iktidarını kaybetmek.
Serin’in babasının kendisini iğdiş ettiği gibi o da karısının hayallerini sabote ederek kendisiyle eşitlemeye çalışıyor.
Bir kelimeyi bahane edip hayallerini sattığı için aynısını eşinden de bekliyor. Ancak bu farazi fedakârlığı “erkek kahramanlığı” olarak görüp mütekabiliyet beklemesi sadece bir karakter kusuru değil.
Maalesef senaryo da Mehmet’in bu “bencil çaba”sını aşk olarak okuyup kutsayarak onu kahramanlaştırıyor.
Bu kahramanlaştırma meselesinin altını çizmek içinse en eski yöntemlerden birini, Damsel in Distress (Yardıma İhtiyacı Olan Kadın) formülünü uyguluyor.
Karısı sokağa açık bir gece kıyafeti ile çıktığı için “elbette ki” bir hayat kadınına benzetiliyor ve saldırıya uğruyor. Mehmet ise beyaz atlı prensi olarak onu kurtarıyor.
Bu sahnedeki diğer önemli detay da tüm karmaşa bitmişken karısına laf gelmesini “erkeklik gururu”na yediremediği için dönüp yeniden kavgaya girişmesi.
Asli amaç yalnızca kadını korumak olsaydı, Mehmet olay yerinden uzaklaşırdı.
Ancak bunu yapsaydı “erkek oğlu erkek” olamayacaktı.
Zaten o andan sonra karısına elini bırakmaması talimatını veriyor. Yani aslında karısı tehlikelere açık, güçsüz bir birey. Kurtarıcısı tarafından hükmedilmenin en romantik şekli olan el ele tutuşma kisvesinde korumaya alınıyor.

Simgesel Şiddet

Prof. Dr. Ayşegül Yaraman’ın “Cinsiyetçi İkiyüzlülük Bağlamında Gönüllü Ezilme: Simgesel Şiddet” makalesinde şöyle bir alıntı yapıyor:
“Erkeğin kadını var etmesi için, kadın kendi varlığını inkâr etmelidir. Ataerkil idealin en önemli rolünü -efendi rolünü-, kadının erkeğe sunmasından daha fazla, eşitler arası bir ilişkiden korkan erkeğin gururunu ne okşayabilir ki?”*
Ve devam ediyor:
“Simgesel şiddet tüm ezen-ezilen ilişkileri için, tahakkümün gizli/içkin bir düğümüdür ve ezilenlerin, kendilerinin ezilmelerini pekiştiren pratik ve düşünceleri gönüllülükle yeniden üretmeleri anlamını taşır; tehlikesi, mağduru açısından bile meşruiyetinde, hatta fark edilmemesinde yatar.”
Aslında burada olan tam da bu.
Kadın hayallerinden vazgeçerek kendi varlığını inkâr ediyor ve bunun farkında bile değil.
Hâlbuki bu evlilik dönüldüğünde de yürümeyecek.
Bize mutlu son olarak sunulan final, hikâyelerinin başladığı noktaya daha yaralı biçimde dönmelerinden başka bir şey değil.
İlişkilerindeki tüm sorunlar hâlâ ortada duruyor. Adam müzisyen olmak istiyordu, olamadı. Kadının mutsuzluğu devam edecek çünkü erkek çok rahatlıkla New York’a taşınıp müzisyenlik yapabilecekken, kadının hayallerini gerçekleştirmesine mani oldu.
Toksik kıskançlık da olduğu yerde duruyor. Bekçi Bey’in bir sonraki telefon görüşmesinde de arkadan gülme sesi geldi diye terör estirmeyeceğinin hiçbir garantisi yok.

Şımarık Modern Kadın

Serin, çok rahatlıkla üç boyutlu bir karakter olarak yazılabilirdi.
Örneğin: İstese de çocuk sahibi olamayabilirdi. Adam onu hala sevecek ve isteyecek miydi?
Babası ile sorunlu ilişkisi yüzünden çocuk sahibi olmaya korkan bir kadın olup bu sorunu eşiyle beraber aşmaya çalışabilirlerdi.
Bu örnekler çoğaltılabilir ama açmazın ne olduğundan ziyade, ne olmadığı önemli.
Bu çatışmaların hiçbiri kullanılmıyor zira Serin de her uslu kadın gibi elbette ki çocuk istiyor ama sadece şimdi istemiyor.
İlişkisinde aldatılmak gibi ufak bir sorun olduğu için “Hayallerim de hayallerim” diye şımarıklık yapma cüretini gösteren, açık saçık giyinip sahte orgazm yarışmalarına katılan hanım kökenli bir birey olması hor görülebilir bir özellik.
O kadınca ve şımarıkça hayaller de o kadar değersiz ki kendisini sözde seven erkeğin “Ben İstanbul’a gidiyorum, gelirsen beklerim” temalı mektubunun kibarcaya çevrilmiş halini görünce “Kadının yeri erkeğinin yanıdır” ile bitiyor.

Mevcut Egemenlik İlişkilerinde İşbirlikçi Olmak

Türkiye’de sinema ve diziler yoluyla sistematik bir şekilde ataerkil düşünce yapısının tohumları sulanmaya devam ediyor.
2000’li yıllarda her tarafta Kurtlar Vadisi izleyip tek kaşını indirme problemi yaşayanların peydah olması gibi şimdi de ecdat övgülü diziler ile toplum mühendisliği yapılıyor.
Bir yandan “Kadına şiddete karşıyız” diye kamu spotlarında yer alanlar, dizilerde kadına fiziki şiddet içeren sahnelerde oynamayı “Burada oyunculuk yapıyoruz” diye normalleştiriyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Türk kadın oyuncularının IMDB sayfalarındaki fotoğraflarının biri veya birileri tarafından ağzı kapalı işkence sahnelerindeki görüntüleri ile değiştirildiği fark edildi.
Sorgulanması gereken bu eylemi kimin yaptığından ziyade bu kadar kadın oyuncuya neden hep aynı sahnelerin yazıldığı, yönetildiği ve bunların oynandığı…
Sanatçı özgürdür. Sanatsal tasarrufları onları ilgilendirir ancak Türkiye için böyle olmadığını biliyoruz. Koca bir ülke “Ben Pikachu oldum” diye camdan atlayan çocuğun yetişkin hali.
Netflix gibi düşünsel anlamda görece daha özgür olabilecek bir mecrada önümüze getirilen tek yenilik gizli kapaklı muhafazakarlık olmamalı.
Sartre: “Mevcut egemenlik ilişkileri altında hepimiz yarı mağduruz yarı işbirlikçi…” diyor.
“İstanbul İçin Son Çağrı” sizce kötü bir film olabilir. Bu sübjektiftir.
Bence asıl kötülük bir sanat eserinin mağduru değil, işbirlikçiyi oynamayı seçmesidir.

*F.Mernissi, “Virginity and Patriarchy”, Women’s Studies International
Forum, Cilt:5, Sayı:2, 1982.