06.05.2016

Karakter Mutfağı: Frank

Frank: Hangi Frank?

Kimilerine göre bu hikâye pekala Jon Burroughs’ın (Domhnall Gleeson) hikâyesi gibi akıllarda tezahür edebilir. Ancak gelin görün ki bay ve bayan Burroughs’un oğulları bu hikâyede sadece hali hazırda bozuk olan bir yapbozu yeniden bozmak ve onarmak için konumlandırılmakla görevli bir fertten öte değil. Bu ferdin yap bozla olan imtihanında köprüyü kuran taşlarsa müzikal benlik ya da diğer bir deyişle müziğe olan bitmek bilmeyen tutku olarak yorumlanabilir.

Jon’un müziğe olan tutkusu ve ekip üyelerinden birinin tesadüfi bir şekilde intihar girişimi gösterdiği sıralarda Jon ile yolları kesişenin Don (Scoot McNairy) olduğunu söylüyor Frank (Michael Fassbender). Karakter Mutfağı’nın bu haftaki konuğu Britanya sinemasının sevdiğimiz yönetmenlerinden Lenny Abrahamson’un geçtiğimiz senelerde İstanbul’da tanıştığımız son çocuğu. Bütün erkek kardeşleri gibi İrlanda’nın bir köşesine sıkıştığını dile getiren Frank, babasının onun deliliğine acıyarak ya da benliğinde sıkışmışlığının ona fazlasıyla yettiğini düşünerek diğer kardeşlerine göre onu daha özgür bıraktığı kanaatinde. Lakin diğer kardeşleriyle de olan yakınlığımızdan tedirgin olmuş olsa gerek, onlar hakkında bilmemizi istediklerini diğer Frank’i temsil eden yapay bir başın yanına masanın üzerine bırakıp o kendi hikâyesini anlatmaya koyuldu.

Deliliğin sınırlarında yaşadığımıza olan inancımız pek çoğumuzun aklına ara ara geliverir. Bununla ilk tanıştığımız zamanlarda bir nevi rahatsızlık ve endişe hissi belirse de delilik ya da deli olma durumuna adapte olup yaşamayı bir şekilde öğreniriz. Tek gayemiz bu kavramın içinde değil sadece ve sadece kenarında kıyısında dolaşmak olur. Çünkü, zaten korktuğumuz ve duygu karmaşasına düşüp daha hangi duyguyla tepki bile verdiğimizi çözemediğimiz bu sınırlarında dolaştığımız bilinmezliğin, hali hazırda sınırında oluşan kaosun niceliğinden, içindeki sonsuzluğun evreni gözümüze daha bir kara gelir. Kimilerineyse bu gizemli bahçenin kenarlarında dolaşmak öylesine sıradan gelir ki çitleri aşıp bahçenin derinliklerinde dolaşmak onlar için daha heyecan verici ve tatmin edici olandır. Tıpkı Frank’in çitlerden çocuk yaşlarda çekinmeden atladığı gibi.

Ulaşılmasının öyle bizim gözümüzde büyüttüğümüz gibi deveyi hendekten atlatmak gibi bir şey olmadığını dile getiriyor konuğumuz. Formülü hem basit hem de ilham verici olabiliyor, diyor. Verdiği bu reçetenin, her reçetede olduğu gibi yan etkilerinin pek tabii olduğunu ve zihninde çokça yaşadığı medcezirlerden de bahsetmekten yoksunmuyor. Ama bu yan etkilerin onun müziğe duyduğu sevgi ve bu sevgiyi hem ağırlayan hem de el sallayan ilham perisiyle çok iyi anlaştığını belirtmeyi de ihmal etmiyor.

Sohbete o an masada bulunan eşyalarla oluşturduğu bir parçayla devam ederken şüphesiz benim gözüm diğer Frank’e takıldı. Benim çok iyi tahmin ettiğim lakin onun açıklama ihtiyacı hissettiği ikinci benine büründüğü Frank sadece bir maskeden ibaret bir şey değil. İlk anlamda onun deliliğini kamufle eden bir araç, başka bir çizgide ona ait olmayanı sahiplenmesi gereken başka biri, biraz daha yontacak olursak birbirini tamamlayan iki birey profili. Bu temelde oluşturduğumuz üç oluşu ayrı ayrı kabul görmektense hepsine dokunan bir yanı var konuğumuzun. Bilişsel olarak ruh, beden ve bu ikisi arasındaki yola rotasını veren id arasında kendisiyle izlediği kol kola bir rota bu. Müziğin ana maddesini bulduğuna itiraz etmediğimiz Frank aslında tinsel açıdan bu ana maddeyi bulamasa da ana maddeye kucak açan bir etkeni kendi yaratmıştı. Süreci, patikaları, çıkmazları ya da patlayacak olan konfetileri karşılayacak bir etken, bir o kadar içinde ama bir o kadar da dışında yeni bir Frank bu. Sakladığı bir şeyler olabildiği gibi biyolojik ana benliğin alt benlikte kalan benle savaşması ve çatışmasında galip gelen bir tarafta aslında. Duygularını, sevgisini ya da öfkesini ardına aldığı yeni Frank, içinde dolaştığı bu evren için ideal midir? Evet, idealdir. Her dokunuşun ve her anın kaydedilme ihtiyacı duyulduğu bir kıyamet öncesi arife de -çok klişe olmakla birlikte- bireyi bir noktada kendisine bağımlı hale getiren yeni medya ve bu medyayı kucaklayan teknolojinin ağır yapaylığında bu yeni suret hiç olmadığı kadar idealdir. Muntazam olan bu süresiz zaman anlayışında saklayabileceğimiz bir şeyi bırakarak veda etti Frank bize, muhtemel gerçekliği ise bizim ondan daha çok ihtiyacımız olacağına dair sezdiğimiz öngörüsü.