06.05.2016
Karakter Mutfağı: Mary ve Adam
“Yaşlandım ve Sen de Yaşlandın”
Yaşlanmak… Daha doğrusu yaş kavramının köprüde hızla koşturduğu ve nitekim koşulan bu köprüde zeminin orta noktalarına gelindiği anda farkına varılan bir şey olsa gerek. En azından böyle olduğunu, öğrenmenin nispeten farkına varılan anda aniden ortaya çıktığına vakıf olunan bir olgu. Aslına bakarsanız bu sürece bir olgu mu, yoksa olay mı demekse içine girilen anlık fakat zamana yayılan süreç içinde adlandırma sıfatının çelişki yarattığı bir durum. Söz konusu bahsi geçen şey ise öyle bir anda gökten inen bir ışık huzmesi değil elbette. Zamanın, şüphesiz kaygıları beraberinde taşıdığı ve rakamsal değere ise mümkün mertebe akışkan olan aynı zamanın ağırlığını yüklediği bir nokta. Bu noktaya basan ve öyküsünde bize nerede olduğumuzu ve nereye doğru yürüdüğümüzü büyük bir yüreklilikle sunma gayretiyle yola koyulan pek çok çiftimiz var. Ama bu kez çiftimiz İtalyan pizzasını İngiltere’ye taşıyan Adam ve Mary. Konuklarımıza o hep bahsini geçirdiğimiz kıyafetleri giydiren Julie Gavras iken; portmantoya bırakılan bu fular ve deri cekete ruhunu üfleyenler ise William Hurt ve Isabella Rossellini.
Konuklarımız hikâyelerine “sendrom” dediğimiz düğüm ile sıkı sıkıya ve ansızın bağlanan o malum yokuş ile başlıyor. Çıkmakta artık zorlandıkları, bir yandan çıkabildiklerini gösterme gayreti ile debelendikleri ama yokuşun sonunu ve sonunda onları neyin beklediğini olabildiğince kestirebildikleri bir zemin var önlerinde. Psikolojik literatürden anlayanlar kadar bu literatüre uzak olan pek çok yüzünde, cımbızla çekilen ve tabağa yerleştirilen bu temaya vakıf olduğu bir evren tezahürü. Hatta doğruluğu yahut gerçekliği ötede bir yere/yerlere atılsa da herkes şu konuda hemfikir: “Altmış yaş sendromu.” Birkaç satır önce araya sıkıştırdığımız o yokuş bir anlamda ismi koyanlar ile vetireyi beline bağlayanlar için aslına bakarsanız yokuş aşağı inen ve taşıdığı bedenlerden daha hızlı bir ivmede koşturan bir gövdede. Gövdeye eklemlenen Mary ve Adam, Mary’nin geride bıraktığı öğretmenlik hayatı ile Adam’ın artık daha light olarak varlığını sürdürdüğü mimarlığı dışında bir evin dört duvarı dışında kendine başka bir çatı bulamıyor. Bulmak bir yana, evliliğin ve birlikte geçen senelerin not düşüldüğü duvarların sadece gereksinim kaygısına kalan bölümleri vardır artık hayatlarında. Sanki geride kalan eski duvarlar, bu eski iki beden ile geride kalacakmış gibi bir kaygı ile her anlamda günü, haftayı yahut ayı hep bir geriden takip ediyor.
Kendinden daha kuzeyde bir ülkeye Akdeniz sıcaklığını ve ezgilerini her anlamda taşıyan çiftimizin, fonda onları takip eden melodiler kadar sanki bunu üzerine inşa ettikleri ve o lokasyon uzaklığınıysa kendilerine bir araç olarak belirledikleri bir rolleri var artık. Belirleyici olan bu faktörün beraberinde getirdiği uzaklığın hızla yanına yanaştığı yakınlık ise ya daha genç ve dinamik olan bir gruba kollarını açmak ya da hem cinsi ile aradaki akrep ve yelkovan her ne kadar en geniş açıya ulaşsa dahi en az onun kadar iyi olduğunu kanıtlama arzusu. Arzuları ya da tutkuları tek bir eksende buluşan çiftimizin koşar adım el ele gittikleri bir mezarlık ya da sırtlarını dayadıkları bir hastanenin bebek bölümü ise arasında kaldıkları merdivenin ne geriye adım atan ne de ileriye dokunan mottosunu onların dilinden özetler: “Ne şimdi yirmilerdeyiz, ne şimdi seksenlerdeyiz.” Ne var ki toplumun gelenekselden, modernizme kadar her konuda çizgi atabilme potansiyelinde olan mimarlarının da eldeki bu iğneden nasibini alması şart. Karakterlerimiz her yaşa göre programlanan eylemsel dönüşüm ve nerede durması gerektiğini onlara söyleyen, bir noktaya değil, bir köşeye konumlanması mukteza olan yapılaşmaya ise en büyük devrim ile cevaplarını sunuyor: Sevişmek! Birbirlerine verdikleri mola sürecinin dönüşünde ve her şeyin bir yerlerden ya da kitaplardan öğrenileceğini sanan, bir gençlik kuşağına karşı üstelik.