09.01.2018

Kelebek Gibi Kısa Hayatlar

Vizontele (2001) ile başladığı yönetmenlik macerasında beşinci uzun metrajına Kelebeğin Rüyası ile imza atan Yılmaz Erdoğan, kırklı yılların tarihî atmosferini fon olarak kullandığı filminde izleyiciye ömrünün baharında yitip gitmiş iki genç şairi de tanıtıyor.

Muzaffer Tayyip Uslu (1922-1946) ve Rüştü Onur (1920-1942) “Zonguldaklı Şairler” olarak adlandırılan ve genç yaşta veremden hayatlarını yitiren iki dost şair olarak geçti tarihin tozlu yaprakları arasına. Çoğumuz adını bile duymamıştık bu iki naif ruhun. Öyle ya, yirmili yaşlarında veda ettikleri dünyaya bıraktıkları şiirler birkaç derginin sayfalarında kilitli kaldı onca sene. Gerçi Rüştü Onur’un şiirlerini ve yazılarını Salâh Birsel 1956’da “Rüştü Onur”adını verdiği kitapta topladı. Muzaffer Tayyip de ölmeden bir yıl önce Şimdilik adını verdiği kitabında şiirlerini bir araya getirdi. Öldükten sonra da yine 1956 Necati Cumalışiirlerini ve yazılarını “Muzaffer Tayyip” adlı kitapta topladı. Ancak edebiyat sevdalısı olanlar için bile yitik isimlerdendi bu iki genç şair. Tabiî onların şiir tutkuları, hayatları, yaşadıkları zorluklar, aşklar, dostluklar… İşte Kelebeğin Rüyası, o iki hassas ruhun dünyasını bizlere açtığı için bile değerli olacak bir film.

Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta

Adı Rüştü Onur’du

Bilseydi hatırlanacağını

Ölümünden sonra

Memnun olurdu.

            Behçet Necatigil

Lise yıllarında Behçet Necatigil’in öğrencisi olan Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur’un yirmili yaşlarına tekabül eden yıllarda açılıyor film. Yani 1941’de. Tarih önemli çünkü sürmekte olan bir savaş var arka planda. Her ne kadar Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmasa da savaşın getirdikleri ve götürdükleri, en başta da yaşanan sıkıntılar hissediliyor ülkede. En azından gergin bekleyiş  bile görülebilir yüzlerde. Üstelik dönemin iktidarının, Zonguldak’ta yaşamını süren 15-65 yaş arası erkeklere madenlerde çalışma zorunluluğu getirmesi, günümüzde en ağır işlerden biri olan maden işçiliğinin zorlu hayat koşullarını da seriyor gözümüzün önüne. Hatta bu zorunlu çalışma olayını bir yan hikâye gibi fona yerleştiren filmden ayrı bir filmin konusu da çıkar.

Yaşadıkları hayatın sıkıntıları yetmezmiş gibi bir de veremle cebelleşen bu genç şairlerin yaşama tutamakları şiir. Şiir onların yaşamı sürdürmesinin bahanesi. Zaten filmde de birçok kez bu dillendiriliyor ve film adeta şiirin hikâyesini çizmeye çalışıyor. Bunu yaparken de “aşk”ı es geçmiyor tabiî. Zonguldak’a geldiği anda iki şairin de ilgisini çeken Suzan da başlıyor şiirin bahanesi olmaya onlar için.

Filmin öne çıkan oyunculukları tabiî ki Muzaffer Tayyip’i canlandıran Kıvanç Tatlıtuğ ve Rüştü Onur’a hayat veren Mert Fırat. Fırat’ın önceki işlerinden de hareketle iyi bir oyuncu olduğunu zaten biliyoruz. Burada da farklı bir kompozisyon görmüyoruz açıkçası. Ancak söz Kıvanç Tatlıtuğ’a gelip dayandığında filmin esas yıldızının Tatlıtuğ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Beden dili ve görünüşü olarak tamamen değiştiğini ve adeta ekranda çizdiği personadan tamamen farklılaştığını görebilirsiniz Tatlıtuğ’un ki bu büyük bir başarı. Onun gibi yakışıklı bir genç adam için “poster aktörü” olmak çok kolaydır ve iyi bir oyuncu olduğunu ispat etmesi çoğunlukla zor olmuştur bu tarz oyuncular için. Tatlıtuğ’u televizyon işlerinden tanıyoruz daha fazla. Ancak Kelebeğin Rüyası gibi bir dönem filminde büründüğü kimlik kesinlikle sırıtmıyor perdede ve Tatlıtuğ’un Muzaffer Tayyip olmadığına inanmak için herhangi bir sebep yok. Sadece senaryonun getirilerinden biri olarak söylemiyorum bunu. Beden dili olarak şair hassasiyeti dediğimiz o naif duruşu Kıvanç Tatlıtuğ çok iyi yediriyor bünyesine.

İki genç şairden başka filmde bir de Behçet Necatigil var Yılmaz Erdoğan’ın canlandırdığı. Ancak filmin geçtiği yıllarda yirmi dört, yirmi beş yaşında olan Behçet Necatigil’in perdedeki yansıması daha yaşlı. Hatta onun aslında Necatigil değil Yılmaz Erdoğan’ın kendisi olduğu bile söylenebilir. İsim olarak Necatigil var perdede ancak kimlik olarak bize canlandırılan kişinin Necatigil olduğu duygusu geçmiyor, hissedemiyoruz bunu.

Filmin iki genç insanı kendine hayran bırakan ve Muzaffer Tayyip’in büyük aşkı olan Suzan rolünü üzerine alan kişisi Belçim B. Erdoğan, filmin en zayıf performansı. Oysaki filmde kendisine epey bir yer ayrılmış, sahnelerin neredeyse tamamına yerleşmiş bir rol ağırlığı var. Keşke bu rolü Rüştü Onur’un nişanlısı (filmde evleniyorlar) Mediha’yı canlandıran ve göründüğü –filmin uzun süresine rağmen kapladığı alan az- sahnelerde çok iyi bir performans gösteren Farah Zeynep Abdullah canlandırsaymış demekten alıkoyamıyor insan kendini.

Filmin açılışından itibaren kendini hissettiren ve kendine hayran bırakan sinematografisi için de Gökhan Tiryaki’nin ismini anmalıyız. Açılış sahnesi ile zaten ne denli başarılı bir görüntü yönetmenliğiyle karşı karşıya olduğumuzu bize altını çize çize duyuran Tiryaki’nin başarılı filmografisine eklenmiş bir başarı halkası daha olarak bakabiliriz Kelebeğin Rüyası’na.