31.05.2016
“Keşke O, Ben Olsaydım” Dedirten Film: Midnight in Paris
2000’lerde yaşayan bir adamın Gertrude Stein’a gidip “Hey, Hemingway’den haber var mı? Klimanjaro’dan döndü mü?” sorusunu yönelttiğini hayal edin. Böyle bir şey ancak bir Woody Allen filmindeyseniz olur. Ve eğer bir edebiyat tutkunuysanız kıskanmakta yerden göğe kadar haklısınız.
Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen ismi Woody Allen, Midnight in Paris‘te sanatseverleri heyecanlandıracak, yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle izleyecekleri bir yapıma imza atmış.
Gil ve Inez (Owen Wilson ve Rachel McAdams) evlenmek üzere olan genç bir Amerikalı çifttir. Inez’in babasının işleri dolyısıyla Paris’e gelirler. Aslında bir roman yazan ve yazar olmak isteyen edebiyat tutkunu Gil, Hollywood’da senaristtir. Her zaman yanlış zamanda doğduğunu düşünen karakterimiz, 1920’lerin Paris’inde yaşama özlemindedir. PAris’e gelince bu arzusu perçinlenir; şehir, insanlar, mimari, sanat onu içine çeker.
Bir akşam Inez’den ayrılıp Paris sokaklarını turlamaya karar verir ve kaybolur. Nerede olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktur, ama bundan pek de rahatsızlık duymaz. Merdivenlerde oturur, gece yarısı çanları çalmaya başlar ve yanına eski model bir araba yaklaşır. Arabaya atlar ve Gil’in zaman yolculuğu başlar.
Gittiği partide ilk tanıdık gelen yüz, bir müzisyene aittir. Cole Porter, piyanoda “Let’s Fall in Love”ı söylüyordur. Gil, şaşkındır, etrafında olup bitenlere anlam vermeye çalışırken bir çiftle tanışır: Zelda ve Scott Fitzgerald. Gil, Jean Cocteau için verilen bir partide olduğunu öğrenir. İşte burası izleyicinin Gil’i ilk kıskandığı yerdir.
Fitzgeraldlarla gittiği barda ise Hemingway’le tanışır, ona romanından bahseder. (Burada Hemingway’in yazarlık ve roman üzerine söylediği sözler önemlidir.) Hemingway de romanını Gil için Gertrude Stein’a götürebileceğini söyler. Böylece Gil için farklı zaman dilimlerindeki yaşamı başlamış olur. Artık her gece, gece yarısı çanları çaldığında aynı yerde beklemekte ve yanına yaklaşan arabaya atlayarak zaman yolculuğuna başlamaktadır. Gündüzleri, aslında pek de ortak noktası olmayan Inez ve onun ailesiyle, arkadaşlarıyla zaman geçirirken geceleri de sanat ve edebiyat dünyasının içinde bulur kendini. Kimlerle tanışmaz ki! Picasso, Dali, Luis Bunuel, Man Roy, Matisse, T. S. Eliot, Degas… Gil Pender, Amerikalı yazar, kendi zamanından epey uzakta sanat dünyasının bir parçası olmuştur. Gil’in tanıştığı karakterlerden biri de Marion Cotillard’ın hayat verdiği, Picasso’nun kurmaca sevgilisi Adriana’dır. Hem Picasso’nun hem de Hemingway’in âşık olduğu bu kadınla Gil arasında da bir aşk başlar.
Marion Cotillard’ın en iyi olduğu filmlerden biri Midnight in Paris. Owen Wilson, rolünün hakkını veriyor. O şaşkın, ne yapacağını bilmeyen hâlleri, bu filmin bir Woody Allen filmi olduğunu hatırlatıyor bize her sahnede. Bir de Salvador Dali’yi canlandıran Adrien Brody’e parantez açalım. Zaten her rol aldığı filmde kendini belli eden oyuncu, bu kez bambaşka… Brody, Dali olmuş, bunu görebiliyorsunuz.
Harika oyunculardan oluşan kadrosu ve muhteşem senaryosuyla Midnight in Paris, Woody Allen’ın en iyileri arasındaki yerini aldı bile.
Bir de filmdeki Hemingway’den edebiyatseverler için bir alıntı yapalım:
“Hikâye gerçekse hiçbir yazı kötü değildir. Eğer yazı temiz ve dürüstse ve baskı altında ve cesaretle yazılmışsa…”