11.05.2017
King Arthur: Legend of the Sword – Gerçek Kral Çok Yaşa!
Manipule Edilen Efsaneler Kuşağı
İngiltere’nin belki de en bilinen efsanesi olan Kral Arthur efsanesi bir kez daha sinemalardaki yerini alıyor. Bu sefer yönetmen koltuğunda başarılı yönetmen Guy Ritchie’yi görüyoruz. Yönetmen yine ritmik kurgusu, mizah dolu replikleri ve stilize aksiyon sahneleriyle farkını Hollywood’a hissettirmeye çalışıyor. Arthur rolü için Hollywood’un son dönemde yeni Brad Pitt diye pazarlamaya çalıştığı Charlie Hunnam var. Jude Law ise kötü adam Vortigern rolünde bu aksiyon dolu fantastik macerada kendine yer buluyor.
Filmin konusu kısaca şöyle denilebilir. Uther (Eric Bana) büyük bir kraldır ve büyücüler ile savaş içine girmiştir. Ancak en yakın olduğu kişilerden biri olan Vortigern’in (Jude Law) ihanetiyle sarsılır. Yapılan kumpas sonucunda Uther tahttan inerken kılıcı büyülü bir şekilde bir taşa saplanır. Bu kılıcı ancak veliahtı yerinden çıkartabilecektir. O da oğlu Arthur’dan (Charlie Hunnam) başkası değildir. Bu vahim olaydan kurtulan Arthur’un çocukluğunu varoşların arasında geçirince gerçek kimliğini unutur. Kral olduğunu keşfetmesi için farklı maceralara atılması gerekecektir.
Efsane Yeniden Canlanıyor
Klasik hikayeyi bilenler bilir. King Arthur: Legend of the Sword buna net çizgilerle bağlı kalmayı tercih etmiyor. Guy Ritchie yine kendi bildiği yoldan ilerlemek için hikayeyi manipule etme gereği duyuyor. Böylece daha fazla aksiyon ve daha fazla görsel efekt kullanılarak fantastik bir dünyanın kapıları Hollywood çizgilerinde gerçekleşebilir. Bu da iyi bir gişe yolculuğu anlamına geliyor. Film bu görevi kusursuzca tamamlayarak karşımıza tam bir fantastik aksiyon bombası çıkartıyor.
Normalde Merlin gibi büyücülerin günü kurtarmak ya da zihin kontrolü gibi daha basit numaralarla varolduğu bu mitolojide, film basitleşmek yerine abartının üst seviyelerine doğru ilerlemeyi tercih ediyor. Bunun neticesinde de neredeyse süper kahraman güçlerine sahip büyücüler orta çağ coğrafyasının içinde kendilerinden beklenenin ötesine geçmeyi başarıyorlar. Bu arada Merlin demişken filmin klasik şablonunun dışında bir film olmasından dolayı Merlin filmde yer almıyor. Halbuki Camelot söz konusuyken bu tip ayrıntılar daha da önem kazanan noktalardan biri oluyordu. Merlin’in yokluğunu yeni bir karakter olan kadın büyücü ile doldurmaya çalışmışlar. Karakterin adı olmadığından The Mage yani büyücü demekle yetiniyoruz.
Guy Ritchie’nin Dünyasında Orta Çağ Aksiyonu…
Film Arthur’un çocukluğunu ve suç dünyasında bir yere gelişini çok hızlı bir kurguyla bölüm bölüm aktarmayı tercih ediyor. Guy Ritchie’nin filmlerinden hatırlayabileceğimiz çeşitli kurgu oyunları ve hızlandırılmış sahneler filmin öne çıkan unsurlarından biri haline geliyor. Filmin hareketli ve seyirciyi avucuna alan müzikleri sayesinde aksiyon severler atmosfere konsantre olmakta zorluk çekmiyorlar.
Film kimi abartılı görsel efektlerin dışında çok da yenilik içermiyor. Ters köşeler konusunda şaşırtmıyor. Ne bekliyorsanız onu buluyorsunuz. Film bir yere kadar tempo konusunda çok başarılı olurken başında fazla hızlı, sonunda da çok yavaşladığı için sıkıntı yaratıyor. Özellikle son otuz dakikada son savaşın fazla uzun sürmesi, slow motionların gereğinden fazla kullanılması ve zaten sonunda ne olacağı belli bir savaş için filmin fazla gizem yaratması filmin finalinde hantallaşarak dengesini kaybetmesine yol açıyor. Filmi bir koşu yarışına benzetirsek filmimiz bitiş noktasını geçerek yarışı tamamlıyor. Lakin derece aldığını da söyleyemeyiz. Bitirmek başarıysa film başarılı kabul edilebilir.
Sonuç olarak eğlenceli ve komik bir aksiyon için filmde her şey var. Klasik hikayeyi sevenler için ise hayal kırıklığı kapıda gözüküyor. Çünkü film kendi yönünü çizmeyi tercih ediyor. Paranın kokusunun peşinden giderek iyi film olmaktansa, iyi iş yapabilecek bir film olma yoluna gidiyor. Aksiyon ihtiyacınızı sonuna kadar karşıladığı için haftanın seyri keyifli içeriği boş filmlerinden biri olarak vizyonda yerini alıyor.