19.04.2018

Köpek Adası: Ne Oldu İnsanın En İyi Dostuna?

Türkiye’nin Yabancı Olmadığı Bir Düzen

Filmlerini az çok takip eden herkesin ezbere sayacağı özellikleriyle kendi sinemasını yaratmayı başaran, naifliği ve anormal takıntılarıyla sinema dünyasında 21. yüzyılın en “tatlı” delisi diyebileceğimiz Wes Anderson. Yönetmenin son filmi Isle of Dogs (Köpek Adası), önce 37. İstanbul Film Festivali’ne konuk oldu, az bir süre sonra da ülkemizde vizyona giriyor. Gelecekte, yaklaşık yirmi sene sonrasının Japonya’sında bulunan kurgusal Megasaki şehrinde geçen film, köpeklerin “köpek gribi” adlı hastalık bahanesiyle Trash Island adı verilen çöp adaya hapsedilmelerini ve on iki yaşındaki Atari Kobayashi’nin yardımıyla buradan kurtulmalarını konu alıyor. Buna benzer bir senaryonun Türkiye’nin geçmişinde yaşanmış olması filmi (bizim için) daha değerli kılsa gerek.

İlk olarak Sultan 2. Mahmut döneminde sokak köpekleri dolaylı yoldan bir turistin ölümüne yol açtığı için Hayırsız Ada’ya sürgüne gönderiliyor ancak halkın ayağa kalkmasıyla bu karardan vazgeçiliyor. Daha sonra 1865 senesinde Sultan Abdülaziz döneminde köpekler yeniden Hayırsız Ada’ya bırakılıyor ancak bu sürgün sürecine paralel İstanbul’da çıkan büyük yangınların sebebinin köpekleri ölüme sürmek olduğu düşünülüp karardan dönüldü. Gerçek katliam ise 1910 yılında gerçekleşti. Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı olduğu bu dönemde Marmara denizinin İstanbul’a yakın tarafında bulunan Hayırsız Ada’da ölüme terk edilen 80 bine yakın köpeğin büyük çoğunluğu açlık, hastalık ve hava şartlarından dolayı adada can verdi. Konu ile ilgili daha fazla bilgi için link

Wes Anderson’ın En Politik Filmi

Isle of Dogs yukarıda bahsedilene çok benzer canice bir kararı ve etkilerini konu edinse de anlatıcı Wes Anderson, teknik stop-motion olunca karşımıza derdi kadar seyir zevki de büyük bir film çıkıyor. İnsanların diğer canlılar üzerindeki korkunç gücüne, günden güne gelişim gösterse de hiçbir zaman yeterli seviyeye gelemeyecek hayvan haklarına, insanlık tarihindeki soykırımlara, faşist ve diktatörlükle yönetilen rejime değinen film hiç şüphesiz Wes’in en politik filmi. Sürgün, toplama kampları, korku imparatorluğu, seçim sonuçlarında hile, mülteci sorunu, yandaşlar, suikastler gibi dünyanın (ve güzel ülkemizin) yakın tarihindeki pek çok gündem belirleyen olguyu Vali Kobayashi’nin emrindeki  Megasaki kentinde de görmek mümkün. Film, bu olguların karşısına direniş, örgütlenme, boykot, demokrasi gibi cevap ya da çözümleri koymaktan da geri kalmıyor. Yönetmenin aynı zamanda izleyiciyi en çok güldüren filmi olmasıysa yarattığı tezatlıkla birlikte yapımın değerini artırıyor.

Wes Anderson filmlerindeki karakter yaratımının alametifarikası olan rol değişimi Isle of Dogs‘un mizahının temel parçası. Yönetmenin ilk stop-motion filmi Fantastic Mr. Fox‘ta gördüğümüz “bilinçlenen” hayvanlar ve diğer filmlerinde pek çok örneği bulunan küçük yaştaki karakterlerin olgun, büyüklerinse çocuksu tavrı bu filmde tek potada erimiş durumda. Anlaşılmaz olanı tersine çevirip köpekleri Amerikan İngilizcesi konuşturan Anderson, filmdeki Japonca diyalogları ise simultane çevirilere emanet ederken kimi zaman onu da devre dışı bırakıyor. Isle of Dogs insan ırkına ait kimi duygu, düşünce ve hareketleri köpeklere emanet ederken küçük yaştaki Atari ve Tracy‘e ise kokuşmuş kentin kurtuluşunda anahtar rol veriyor. Ara sahneleri de insanla köpeğin asırlardır süregelen dostluğuna dair detay göndermeleriyle süslüyor. İçeriğin yoğunluğu ile filmin mizahi yönü arasındaki kusursuz denge de buradan geliyor.

Whitewashing Tartışmaları

2007 yılında çektiği film The Darjeeling Limited‘da Hindistan’ı ele alış şekliyle Hint ve/veya o kültüre yakın kişiler tarafından belli eleştirilere maruz kalan Wes Anderson, Isle of Dogs sonrası da son dönemin sıcak tartışma konularından “whitewashing” eleştirisiyle karşı karşıya kaldı. L.A. Times yazarı Justin Chang tarafından dile getirilen konu yazara sosyal medya ve diğer sitelerden yazarlardan destek gelmesiyle alevlendi. Filmde Japonca konuşmaların çevrilmemesi, değişim öğrencisi Tracy’nin kurtarıcı rolü, Japonya ve Japon kültürüne dair basmakalıp objeler (Kurosawa, Haiku, Sumo güreşi vb) üzerinden getirilen eleştirilere katılmamakla birlikte Wes Anderson‘ın diğer filmlerinde olduğu gibi o kültüre dair sevdiği şeylere bir saygı duruşundan başka bir niyeti olmadığı konusunda eminim.

Teknik Anlamda Ustalık Eseri

Politika, insan – köpek ilişkisi, aşk, aksiyon, yol hikâyesi… Isle of Dogs tüm bunları yüz dakikanın içine sığdırmayı başarmasını Wes Anderson‘ın zekası ve hayal dünyasına borçlu. Parçalı ya da paralel anlatım, zaman geçişleri, odaktaki kadar detaya verilen önem ve kadrajdaki en ufak boşluğa dahi göz gezdirilmesi gereken bir öykü sığdıran yönetmen stop-motion’ın da sağladığı özgürlük alanıyla anlatıya dair tüm takıntılarını adeta üzerimize “kusuyor”.

En ufak bir geçişi bile pan/tilt/zoom ile süsleyen, kameranın önüne koyduğu oyuncaklarıyla hiç sıkılmadan saatlerce oynayan bir deli. Stop-Motion’ın içine animasyon yerleştiren bir kaçık. İlk dakikasından finaline kadar bir iki ufak geçiş dışında dur durmak bilmeyen bu tempo eğlenceli olduğu kadar yorucu. Hatta yönetmenin sinemasına aşina olmayanlar için oldukça riskli.

Isle of Dogs; Bryan Cranston, Bill Murray, Edward Norton, Frances McDormand, Tilda Swinton, Yoko Ono, Greta Gerwig, Scarlett Johansson gibi dev seslendirme kadrosu, Alexandre Desplat‘ın filmin temposuna katalizör etkisi yapan müzikleri ve Coppola, Schwartzman gibi isimlerden oluşan senaryo ekibiyle Wes Anderson‘ın hayalindeki filme en yakın şeklinin perdeye yansımış hali. Kişisel görüşüm, yönetmenin sinemanın temel öğelerine hükmedip kendi dünyasına en yüksek dozda hizmet ettirdiği filmi Isle of Dogs.